Kaside-i Bürde, İmam Busuri tarafından kaleme alınmış meşhur bir şiir, Resulullah Efendimiz’in (s) aziz hatırasına hürmeten dile getirilmiş. Bu kasidenin garip bir sırrı var, zira tıpkı Süleyman Çelebi’nin yazdığı Vesiletün Necat (Mevlid-i Şerif) gibi coğrafya ve dil sınırı tanımayan bir muhabbet halesi taşıyor başının üstünde... Dünya üzerinde çevrilmediği lisan yok, 125 kere şerh edilmiş, onu dilimize intikal ettirenlerse Üstad Sezai Karakoç ve Prof. Mahmut Kaya...
***
Bir eserin klasik olarak kabul edilmesindeki ölçütlerden başlıcası, onun zamana ve nisyana karşı vermiş olduğu sınavdır. Rahmetli Medeni Hukuk hocamız Prof. Sungurbey, ‘’kitabın ve ilmin üç büyük düşmanı vardır çocuklar, ateş, kadın ve güve’’ dediği zaman kız öğrenciler olarak hocamıza isyan ederdik... O isyan bayraklarını indireli çok oldu, amel edilmeyen ilmin, hayata bakmayan kitabın, unutkanlığın zaten ta kendisi olduğunu tecrübe edeli de... 1911 yılında Wölfflin’in sanat tarihinde çığır açan (bence aynı zamanda derin dondurucu) tasnifi, görme ve hissetme dediğimiz şeyi sana göre/ bana göre olmaktan çıkartıp, nesnel tespitler halinde ‘form’ üzerinden belirleme çabasıydı. Ki bu çaba, belki sanat eleştirmenleri için çok önemliydi zira onları Olimpos Dağı’nın yeni hükümdarları haline taşıyacak bir yolu da açıyordu, ama Wölfflin böyle dedi diye, hiçbir şair ya da ressam kendi kanıyla mısra yazmaktan, fırça sallamaktan vazgeçmedi işte.. Mürekkep yerine diviti kendi kanına batırmak ne demektir hiç düşündünüz mü?
Her çağın kendine has bir ‘göz’ü vardır diyor Wölfflin ve görme biçimlerini çağa has form’lara yani biçime biraz daha genişletirsek tarza bakarak yorumluyor hatta kriterleştiriyor.
Benim zihnimi heyecanlandıransa ‘’biçim mi içerik mi’’ kült sorusu değil, daha ziyade benzeşme ve yadırgamalar üzerinden giden ‘’devam mı kopuntu’’ mu sorusu... Soruyu biraz daha yere indirerek popüler hale getirecek olursak; Niçin yeni bir Kaside-i Bürde yok, niçin yeni bir Mevlid yok, niçin cami mimarimizin kol saati Mimar Sinan’da durmuş, Hacı Arif Bey’den Yıldırım Gürses’e geçen zamanda verem olup da solmuş sevgililerin çare bulunmaz dertlerinden, bir liseli esmer kıza nasıl varıldı, Ahlat’taki Selçuklu mezarlığında taşa çiçek açtıran gözden Hekimbaşındaki gri mermeristana nasıl gelindi... Kuşkusuz bunlar asra dair sorular... Ve ne kadar derin dondurucu falan diyerek formperest ilan etsek de Wölfflin’i, yani biçime has kuralcılığı, biçimin asrın gözünü, görme disiplinimizi kurduğu bilgisini yabana atmamamız gerektiğini söylüyor...
***
İmam Busuri 1212 Kahire doğumlu. Siyer ve hadis bilgini, Kuranı Kerim mektebi kurucusu ve eğitimcisi, katip, hattat. Aile hayatı, geçim telaşı ve geçirdiği felç hastalığı yüzünden, nice dertlerle bükülmüş bedenini, kanından damıtarak kaleme aldığı şiirleriyle avutan bir kimse... Bir gün rüyasında Sevgili Peygamberimizi (s) görüyor, Efendimiz yazdığı şiiri okumasını istiyor, 160 beyitlik kasidesini dinlerken sağa sola hafif şekilde sallanarak eşlik ediyor bu harikulade şiire... Kaside bittiğindeyse sırtındaki hırkasını (bürde) Busuri’nin sütüne atarak felçli bedenini sıvazlıyor. Şair uyandığındaysa garip bir hafiflikle gözlerini açıyor, felçten eser kalmamıştır... Şazeli tarikatına mensup olan Busuri’nin yaşadığı bu hal ve terennnüm ettiği kaside böylece meşhur oluyor, dilden dile ezberlenerek günümüze kadar geliyor...
Bir tür siyer seyahati gibi de mısraları arasında dolaşabileceğimiz bu eser Prof. Mahmut Kaya tarafından dilimize çevrildi. Abdülhadi Erol Dönmez tarafından hattı yazıldı, Rukiye Dönmez ve Ersan Perçem tarafından tezhib edildi, bordo deri kapağı ve ofset baskısıyla gönle olduğu kadar göze de hitap ediyor.
Kaside-i Bürde hafızlığı bir Osmanlı geleneği, mübarek gün ve gecelerde okunması kadar felçli hastalara şifa olması temennisiyle dua ve niyaz olarak da okunması adetten... Hali hazırda sayısı pek de fazla olmayan Bürde hafızları tarafından hastalara şifa maksadıyla okunduğunu biliyorum. Sevgili Mukaddes Çıtlak Hocamız sağolsunlar, annemin rahatsızlığını işitince tertemiz bir suya okuyup yollamışlar. Ben de içtim bir kaç yudum. İnşallah şifa buluruz...
Çağımız şüpheler çağı güvensizliklerin ve yapayalnızlıkların asrı... Tertemiz bir suya okunmuş bir güzel şiirin nasıl bir hükmü olabilir ki bu her şeyi bilenlerin çağında... Oluyor işte... Halis niyet ve Resulullah sevgisi, hasreti, hürmeti... Apayrı bir içerik ve tabi kendine has biçemi koyuyor ortaya...
Kopuntu, yarılmalar, kesinti, ayrılık ve nihayet unutkanlık... Maruz kaldığımız kimlik krizi ve medeni anlamdaki redd-i miras sadece şeklimiz üzerinde tahribata sebep olmakla kalmadı. Biz kendi kendimizi imha ederken ruhumuzu da yitirdik. Suya okunmuş bir şiiri şifa niyetine arkadaşına yollayacak eski kadınlar da bir bir eksilirken aramızdan... Bizim payımıza da antibiyotikler, kemoterapiler, antidepresanlar, yalnızlıklar, umutsuzluklar düşüyor... Yüz naklini yaptıran kişi vefat etmiş, hekim bey “Halbuki güzel bir yüzü de olmuştu” demiş. Güzel yüz ile organ nakli arasında nasıl bir fark vardır, işte size yadırgatıcı bir soru...