Dünya hayatının yaşamına serpilmiş anlamlı bir duygu vardır: Anne babanın çocuklarına olan sevgisi. Sözlerin iktifa edemediği, duygusal okyanusların ortasında parıldayan yıldızlar gibidir sevgi.
Anne ve baba; gözlerinde çocuklarının ilk adımlarını, gülüşlerini ve hüzünlerini taşıyan kahramanlardır. Bu kahramanlar, çocuklarının ruhuna dokunan, onları birer elmas gibi şekillendiren ellerin sahibidir.
Anne babanın sevgisi, bir serap gibi hayatın zorlu çölünde kaybolmuş çocuklarına bir vaha sunar. Bu vaha, koruyucu kollarının altında, sevgiyle sulanır.
Anne babanın gözlerindeki ışık, çocuklarına yıldızlar kadar parlak bir gelecek vadeder. Onların hayallerini taşıyan, umutlarına kanat geren bir rüzgâr gibidir.
Aslında yazı başına oturduğumda yüzeysel şekilde; sosyolog olmamama rağmen, sosyolojik bir yaklaşımla naçiz bir tespiti vuzuha getirmekti arzum. Ancak bu arzunun iyi anlaşılması adına "sevgiden" bahsedilmeliydi. Ve yazımızın girizgâhı sevginin tılsımıyla süslenmiş oldu.
Kardeşler arasında gerek karakter gerekse huyları açısından göze çarpan etkinlikte farklılıklar olabiliyor. Hâlbuki hepsi de aynı anne babanın çocukları.
Öyleyse bu farklar ve benzeşmemeler neden kaynaklanıyor?
Yeni bir hayat kurmuş çiftler daha yeni şartlara tam adapte olamadan çocuk sahibi olurlar. Aynı zamanda ilk çocuk ilk göz ağrısıdır ve en güzel hayaller neşvünema etmeye başlar.
Anne baba hayatın cilveleri ile tanışmamışken ve dahi birbirlerini tanıyamamışken hayata küçük yeni bireyler getirirler.
Gelen küçük ancak haneye kazandırdığı mutluluk, yaşattığı heyecan büyüktür.
İlkler ve acemilikler, bütün güzel hayallere ve mutluluğa rağmen ilk çocuk üzerinde yaşanır. Çocuk yetiştirmeyi, yaşayarak, hatalar yaparak öğrenme yolundadırlar.
Devreye bir de torun sevmek için sırada bekleyen büyükanne ve büyükbabalar girince çocuklar âdeta bir deneme-yanılma tahtasına dönerler.
Anne-baba yani çiftlerin yaşı ilerlemeye, birbirlerini derinlemesine tanımaya, topluma daha fazla katılmaya, sosyal hayat değişikliklerine ayak uydurmaya yani kısacası hayata dair tecrübeleri de artarak kâmil olma yolunda adım atmaya başlarlar.
İkinci çocukta anne babalar biraz daha hazırlıklıdır. Hem yeni hayatlarını bir düzene koymuşlar hem de artık daha tecrübelilerdir. İlk çocukta yaptıkları hatalarını yapmamaya niyetlenirler.
Büyükanne ve büyükbabalar da torun sevme meraklarını gidermişler ve onlar da daha tecrübeli hale gelmişlerdir.
Üçüncü çocuk dönemi ise artık çiftlerin kemâlâta namzet yıllarına denk gelir.
Üç ya da üçten fazla çocuklu ailelerde anne baba ilk çocuktaki acemilik ve amatörce yetiştirmenin yanında sevgiyi de hoyratça harcayınca diğer çocuklarda sevgiyi kontrol altına alma içgüdüsü oluşur.
İkinci çocukta acemilikten bir nebze kurtulmuş olan çiftler biraz daha sevgi ve ilgi ile yaklaşmayı denerlerse de mutlak sevgi ya üçüncü ya da sonraki çocuklarda tezahür eder.
Dolayısı ile kardeşler arasında, yetiştirilme tarzından kaynaklanan, zamansal süreçten doğan ve ilgi ve alakadan kaynaklanan karakter değişiklikleri oluşur.
Hülasa, "muhabbetle örülmüş bir cihan minyatürü"ne dönüştürülebilecek her bir çocuğa, karakter oluşum sürecinde anne ve baba aynı yüklemeyi yapamaz.
İnsana bu ihtiyatla yaklaşıldığında, cemaziyelevvelinde deneme-yanılma tahtasına dönen çocuklara atfen sıklıkla dillendirilen, "Sanki aynı anne-babadan değiller! Birbirlerine hiç de benzemiyorlar!" gibi tenkit ve şikâyet cümlelerinden kurtarırız kendimizi.
Her anne ve baba, çocuklarına gösterdikleri sevginin, ilginin, yetiştirme tarzının bir anı değil, en değerli bir miras olduğunu bilmelidir.
Zira bu miras, kuşaktan kuşağa aktarılan bir hazine görevi üstlenecektir.
Bu hazine ya bir ağıt kadar hüzünlü ya da destan kadar büyük bir anlam taşır.
Bu hazine muhtevasındaki mücevherat belirler hangi çocuğun kaç karat ettiğini.