Biliyorum, bu yazı da, öncekilerde olduğu gibi, vicdanlarında makes bulmayacak. “İdeolojik körlüğü” anlarız. Saplantılarınız ve önyargılarınız devreye girince, bakmazsınız... Baksanız da göremezsiniz. Görmek istemezsiniz. Kafanızdaki kabulleri zorladığı için, görünen “şeyleri” yok sayarsınız.
Burada patolojik bir durum aramak lazım; kötü niyet değil... “Hastalık işte” deyip geçersiniz en çok.
Fakat bir de, “kötü niyet” var... Kendisini genellikle ideolojik defans çabasıyla meşrulaştırır ama adı üstünde, “kötü niyet”tir.
Bakıyoruz, bilerek çarpıtıyor arkadaşlar...
Bilerek yalan yazıyor...
Karşımızda, ne yaptığını bilen ve mütemadiyen nokta atışlar yapan, bunda da muvaffakiyet kaydetmiş ideolojik bir grup var... Aynı anda hem Doğu Perinçek’e hem Veli Küçük’e, hem Mustafa Balbay’a hem Hrant Dink’e, hem Nazım Hikmet’e hem Sabahattin Ali’ye, hem Mustafa Kemal Atatürk’e hem Mao Zedung’a; hem Mehmet Haberal’a hem Çetin Doğan’a sahip çıkan, darbe soruşturmalarını ise “hukuk cinayeti” olarak yorumlayan bir ekip...
Reisleri konumundaki zat, yakın zamana kadar “köken” meseleleriyle uğraşıyordu. Genelkurmay Başkanlığı da aynı konuda çalışma yürüttüğü için, muhtemelen “paralel düşmek” amacıyla ve oradan aldığı cesaretle, kimin hangi aidiyetten geldiğine, hangi ünlünün geçmişinde hangi din mensubiyetinin bulunduğuna ilişkin geniş kapsamlı bir araştırmaya vakfetmişti kendini.
Soranlara, “tarihimize ilişkin bir hakikati ortaya koyuyorum, amacım nefret oluşturmak değil” diyordu ama düpedüz nefret oluşturuyordu, “nefret suçu” işliyordu; üstelik, tarihimize ilişkin hakikatler arasında “azınlık düşmanlığı” olduğunu bile bile...
Daha da acıklısı, pornografinin sınırlarını zorluyordu araştırmalarında... Geçmişinde “Varlık Vergisi”, “Trakya olayları”, “Rum Masası” gibi skandal uygulamalar bulunan ve kaba milliyetçiliğin yurtseverlik diye pazarlandığı bir ülkede, “tarihimize ilişkin bir hakikati ortaya koyuyorum” gerekçesiyle, köken fişlemesine koyulmak ve tarihte “komplo” aramak, ancak kötü niyetle açıklanabilirdi.
Kaldı ki, “Tarihimize ilişkin bu hakikate kimin ihtiyacı var? Bu hakikat üzerine nasıl bir siyaset bina edilebilir?” sorusuna, hâlâ mantıklı bir cevap verilebilmiş değil...
Buradan nasıl bir ulusal yarar çıkar?
Bunun da cevabı yok.
Prof. Necati Polat, “İslamcı anti-semitizm, Cumhuriyet döneminde dindarlar üzerindeki baskıyı Sabetayist komplo ile açıklıyor(du). Buna karşılık ulusalcı (yeni) anti-semitizm, tam aksine, Türkiye’nin dünyaya açılma ve dindarlara daha geniş serbesti de dahil olmak üzere liberalleşme girişimlerini Sabetayist bir komplo olarak algılamak eğiliminde” diyordu. Belki de bunun cevabını, ulusalcı (yeni) anti-semitizmde aramak gerekiyor. Hem Hrant Dink’e sahip çıkan, hem de kötülüklerin kaynağını farklı mensubiyetlerde arayan bir ulusalcılık, bir yurtseverlik...
Hasılı, karşımızda “kötü niyetle” kalkışan ve “operasyonel” işler yapan bir ekip var... Kendilerini “ulusalcı” olarak pazarlayan ve toplumsal kargaşadan devrim çıkacağına inanan, kitleleri de bu yönde manipüle etmeye çalışan bir ekip...
Daha doğrusu, bir “oda...”
Mesela, Gezi olaylarının bir “devrim”le sonuçlanacağını yazıp duruyorlar. Pervaları ve utanmaları olmadığı için de, bazı ölümleri bayraklaştırıyorlar. Yüksekten düşüp ölen Ahmet Atakan “devrim şehidi” bu arkadaşlara göre. Kalp krizi geçirip ölen Serdar Kadakal da, aynı şekilde polis gazı kurbanı olan bir başka “devrim şehidi...”
Serdar Kadakal’ın öldüğü gün (Cuma günü), bölgede herhangi bir nümayiş olmamış, polis müdahalede bulunmamış, gaz kullanmamış... Bunun bir önemi yok. Devrime ölüm gerek. Hâlâ ısrarla ve utanmadan “Gazdan etkilenip kalp krizi geçiren Serdar Kadakal” diye yazılar yazıyorlar.
Diyorum ya, “ideolojik körlük”, patolojik bir duruma işaret eder ve son tahlilde sağaltılabilir bir hastalıktır.
Kötü niyeti nasıl sağaltacağız?
Bu “karanlık oda”nın şerrinden nasıl emin olacağız?