Edebiyat atmosferi, hayatta olup bitenlerden uzak değil. Dünya edebiyatındaki hareketlilikte açıkça görüyoruz ki fantastik ve bilim kurgu türleri ön raflarda kendilerine yer buluyor.
Gerek Türkiye'de gerekse dünyada katıldığım kitap etkinlikleri, küresel ağda tartışılan problemleri popüler yayıncılar eliyle masamıza taşıyor.
Ekoloji, göç, kimlik, cinsiyet gibi yaygınlaşan temalar romandan şiire, senaryodan öyküye kadar edebiyatı etkiliyor.
Kültür endüstrisi bize trend konuları dayatıyor elbette. Ancak dünyada olup bitenlere duyarsız bir edebiyat da mümkün değil.
Düşünce dünyamızın sınırlarında kavram haritaları şekilleniyor. Daima alıcı ve seyirci haline getirilen yeni insan tipi aynı filmlerden etkileniyor, aynı edebiyat gündeminden nasibini alıyor.
Benim kanaatlerim yelpazenin her parçası için ayrı ayrı argümanlar koysa da neticede her muhitin kendine mahsus kısır döngüleri var.
Siyasal tutumların açıkça ifade edilemediği dönemler edebiyat önemli bir başlangıç noktasıdır. Türkiye'de 1980 sonrası daha rahat görünür olan ve tırnak içinde muhafazakâr diyebileceğimiz yazarlardan bir kısmı kendilerini İslamcı diye tanımladılar.
Benimsediği kimliği merkeze alan yazarların önünde zorlu bir yolculuk vardı.
1940'larda yola çıkan aksiyoner Necip Fazıl'dan sonra Sezai Karakoç ve İsmet Özel gibi parlak isimlerin gölgesinde yeşermek bir hayli zordu.
Edebiyat dünyasını kıdemli otoriteler yani kanonlar şekillendiriyor. Bir dergiye intisabınız yahut kanona itaatiniz o çevrede var olmak için en büyük kriter. Bu heyecanlı bir başlangıç mı yoksa bir kısır döngüye dahil olmak mı bilinmez.
Edebiyat mahfillerinin meşrep farklılıkları kalemlere de yansır. Dergiler arası tatlı rekabetin yanı sıra üstad tercihlerini etkileyen siyasal duruş farklılıkları belirgin ayrışmalara da sebep olur.
Gençler gri dergilerle yolculuğa başlar. Fotokopi yahut her sayıda kâğıdı değişen, bayide satılamayan dergilerdir ilk yolculuğun adresi. Genç yazar sabırlı ve azimliyse çeşitli mahfillere dahil olur. Bir ustasının olması yolunu açar. Yayıncısını arayan genç için muhit önemlidir. Şansı yaver giderse imza günleri, kitap fuarları, şölenlerde mikrofon sırası gelir.
1980 sonrası sol çevrelerin yaşadığı karamsar edebiyat son yıllarda muhafazakâr çevrelere de sirayet etti. Hayattan bıkkın, yorgun ve ölümü çağıran bir edebiyat var karşımızda. Karşımızda derken uzağında değilim bir okur olarak. Takip ettiğim dergilerde karamsar kalem sayısı bir hayli fazla.
1970'lerde hayatın içinden kalemler çıkaran bu kitlenin devamında aynı heyecanı diri tutacak gençleri göremiyorum.
28 Şubat döneminde yaşadıklarını 12 Mart etkisindeki sol metinlerle karşılaştırsak bile burada başka bir kırılma ile karşı karşıyayız.
Post-modern darbeyi üniversite yıllarında karşılayan bu kuşağın neler yaşadığını biliyoruz. Meseleyi bunun ötesinde görüyorum. Sorunu daha derinlerde aramak zorundayız. 2000'li yıllarda doğan gençlerde bile karamsar bir hava mevcut.
Edebiyat dünyamızda çığır açabilecek yetenekler olduğunun farkındayım. Aynı sosyolojiden çıkan gençlerin sinema, fotoğraf, müzik gibi sanat alanlarında hayata dokunan başarılı işler çıkardığını görüyorum. Ancak şiir ve öyküdeki hâkim atmosferin hayattan ziyade ölümü merkeze alması, üzerinde tartışılması gereken bir durum.
Genç kuşakların yeşermesi, boy vermesi için belki üzerlerindeki ağır gölgelerden uzaklaşıp kendi toprağını bulması ve güneşe bakması gerekiyor. Doğu'nun çocukları için göçmek başka bir kara parçasında yeni bir hayata başlamaktır. Bu hayattan kopmak ise sadece bir kaçıştır.