Bazı durumlar vardır ki ilk anda size cesaretin kılıcını kuşanmış gibi hissettirir; oysa zamanla o kılıcın gölgesi, aslında kendi boynuna saplanan bir zincirdir.
İnsan, kendi kuyusunu kazan ellerin sıcaklığını avuçlarında hissettikçe ilerlediğini sanır; oysa o yol, bir kartopu gibi büyüyen meselelerin dehlizlerine çıkarır.
İşte böylesi bir kör düğüm, zamanımızın hikâyesine işlenmiş ince bir sızı gibi her yanımızı sızlatıyor.
Günümüz Türkiye'sinde, niyetin aklığı ile neticenin karanlığı arasındaki ince çizgi, giderek daha da belirsizleşiyor.
Bu belirsizliğin çarpıcı tablolarından biri, kendilerini "hoca" ya da "alim" ilan eden kimi kişilerin gençlere uzattığı dikenli dallardan damlayan zehirli hurafeler. Hakikati susuz bırakmış hurafeler...
Genç zihinlerin arayışına çöl kadar uzak söylemleriyle, dini, bağlamından uzak tutarak O'nunla münasebete engel olan uzun sakallılar!
İnsanı hakikate değil, tereddüdün dipsiz kuyusuna sürükleyen ve iman pınarını bulanıklaştıran pervasızlar!
Ne yazık ki, bu sahteliğin ardında bıraktığı iz, deizmden ateizme, sorgulamadan kopuşa dek uzanan karanlıklarla doluyor.
Bu yalnızca bir dini mesele değil, bir medeniyet meselesidir; çünkü hakikatin yerine konulan hurafe, yalnızca gönlü değil, topyekûn toplumu da zehirlemektedir.
Din adına yapılan yanlışların, toplumsal inanç krizlerine zemin hazırladığı gerçeğiyle yüzleşmek zorundayız.
Kadına şiddet meselesi.
Toplumsal dengede bir yara açan bu meselede, şifa niyetiyle atıldığı düşünülen adımların bizzat yara olduğunu görmek, hepimizi derin bir vicdan muhasebesine çağırmalı.
Eski adı "İstanbul Sözleşmesi" yeni adı "6284" sayılı kanun olan altmışikiseksendört, ilk bakışta kadın haklarını koruyan bir zırh gibi gösterilse de o zırhın dikenli yanları, toplumun en narin damarlarını kesmeye başladı çoktan.
Kadınların bu yasa ile kazandığı hakları, erkekler üzerinde bir üstünlük kurma veya baskı aracı olarak kullanması, ilişkilerde gerilimi artırmaktan başka bir naneye yaramıyor.
Bu gerilim, erkeklerin fıtratına aykırı bir baskılanma hissiyle birleştiğinde, daha fazla öfke, daha fazla şiddet oluyor.
Aile içi huzursuzluklar, boşanmalar ve en kötüsü kadın cinayetleri.
Erkek, varlığında baskıya karşı bir direnişle doğar; kadının ise özünde sevgi ve sükûnetin yüceliği vardır.
Ne yazık ki, yasalar bu hassas teraziyi göz ardı ettikçe, öfkeden taşan sel şiddete evriliyor. Kadına şiddeti önlemek adına çıkarılan yasalar, şiddetin görünmez elini besler hale geliyor.
Fonksiyon, matematikte değişken sayıları girdi olarak kabul edip bunlardan bir çıktı sayısı oluşmasını sağlayan bir kuraldır.
Bu kural üzerinden fonksiyonel rakamlar, İstanbul Sözleşmesi ya da altmışikiseksendört sonrası kadınlara yönelik şiddetin 20 kat arttığını söylüyor.
Ve fakat biz hâlâ, dört elle sarıldığımız bu "çözüm"ün, aslında toplumu nasıl zehirlediğini göremiyoruz.
Bu noktada yalnızca bireylere değil, devlete de büyük bir sorumluluk düşüyor. Devlet, toplumsal huzuru sağlamak adına hurafeciliğin önüne geçmeli, eğitim ve denetim mekanizmalarını güçlendirmeli.
Altmışikiseksendört gibi düzenlemelerde toplumsal gerçeklikler göz önüne alınmalı; yasalar, çatışmayı değil, barışı büyütmeli.
Ancak böyle bir yaklaşım, kör bir bataktan çıkmamıza vesile olabilir.
Daha öncede haykırdım; son yıllarda babanın ailedeki manevi otoritesinin zayıflaması, aile bağlarını çözmüş ve kadınlara yönelen şiddetin zeminini hazırlamıştır.
Baba onurunu yeniden inşa etmek, kadının güvenliğini ve saygınlığını koruyacak en etkili çözümlerden biridir. Babaya yapılacak yatırım, doğal olarak eşine ve çocuklarına sevgi, merhamet ve adalet olarak yansıyacaktır.
Onurlu bir babanın olduğu yerde şiddet değil, huzur hüküm sürer.
Baba onurunu aileye iade edelim; kadına şiddet kendiliğinden sona ersin.