"İletişimin işin önüne geçtiği bir dönemdeyiz. Yani icraatın pirim yaptığı günler geride kaldı." Böyle mi gerçekten? Gerçek bu mu emin değilim ama algı bu. Algı içinde algı. Kendini gerçekleştiren kehanet gibi bir şey. Boyutu, etki gücü hakkında kesin konuşamasak da gerçekliğin erozyona uğradığı ve algının zaman zaman gerçeğe galebe çaldığı bir gerçek. İçinde algı ve gerçek geçen cümleler bir süre sonra böyle tuhaflaşıyor işte! Buradan pay biçebiliriz, bir şeyler değişiyor ve bu değişimin lokomotifi iş değil, ürün değil iletişim.
Bir şey mi yapmak istiyorsunuz önce onun iletişimini yapacaksınız. Bunu yeni mi keşfettiniz diyenler olabilir. Evet, maalesef biraz öyle.
Açıklamaya çalışayım; Türkiye'de temelde iki tip siyaset var. Biri alt yapıcı diğeri üst yapıcı.
Neyi kastettiğim anlaşılmıştır sanırım. Sağ ve sol diyenler de var...
Tanımlar çoğaltılabilir.
Gerçi bugün artık bu tanımların da açıklayıcı olmaktan çıktığı söyleniyor. Kısmen doğru da. Ancak değişmeyen bir şey var; bir tür siyaset erbabı var ki icraat yapmadan duramıyor. Siyaset yapmanın anlamı bu çünkü. İlla iş yapacak, yollar, tüneller, köprüler, fabrikalar, tanklar, arabalar, SİHA'lar yapacak.
Maya öyle çalınmış çünkü.
Siyaset ne için yapılır? Ülkenin kalkınması için yapılır. Türkiye'yi yeniden yedi düvele hakim, sözü geçen bir konuma getirmek için yapılır. Rahmetli Erbakan'dan el alanlar, Adnan Menderes'in mirasına sahip çıkanlar için siyasetin birinci anlamı bu.
Tabii ki bu kalkınmacılık ancak milletin milli manevi değerleriyle buluşarak mümkün olabilecek bir şey. Çünkü insan sermayesini harekete geçirmeniz gerekir bunun için. İnanç gerekir. Geleceği yeniden inşa etmek ancak geçmişteki köklere tutunmakla mümkündür.
AK Parti'nin 20 yılda Türkiye'yi ekonomik ve demokratik alanda üste taşıyabilmesi, bu anlayış ve inançla mümkün olabildi.
Gelgelelim tam da büyük yatırımların semeresini vermeye başlayacağı, ortalama beş yıl sonra yapılan yatırımların doğrudan devlet bütçesine kar olarak gireceği, dolayısıyla kişi başına düşen milli gelirin de artacağı bir dönemin arefesinde garip bir biçimde eser düşmanlığı baş gösterdi.
Sanki vatandaş artık yapılan büyük işlere yatırımlara bakmıyor gibi bir algı peyda oldu. Hizmet siyasetini beceremeyenler, bu algıyı oluşturmak için var gücüyle çalışıyor.
Ancak siyaseti vatandaşa hizmet olarak görüp bilenler de bu algıya yeniliyor.
Adamın biri 7 yıl sonra her geçen arabanın devletin kasasına para akıtacağı, üstelik herkesin cebinden çıkan parayla değil keyfiyete bağlı olarak kullananın ödediği paralarla yapılan köprünün ayağında "Hııh, köprü yapmışlar, bana ne? Benim cebime giren bir şey yok" videosu çekiyor ve bu viral oluyor. Ya da adamın biri altında yarım milyonluk arabasıyla Osmangazi Köprüsü'nden geçerken köprü ücretine isyan ediyor. Ve böylece, Z kuşağına kalkınmış bir Türkiye bırakmak adına yapılan bu büyük hizmetler algı cehenneminin ateşine atılıyor.
Benzer bir süreci Kanal İstanbul için yaşayacağız. Yaşamaya başladık bile.
Türkiye'yi doğu-batı, kuzey-güney ticaret hattında en avantajlı ülke haline getirecek olan bu küresel proje, vizyonsuz ve beceriksiz CHP'li İBB yönetiminin distopik filmleriyle konuşuluyor.
Türkiye için taş taş üstüne koymamış muhalefet, Türkiye'nin önümüzdeki 100 yılını hedefleyen bu büyük projeyi yaptırmamayı şimdiden seçim vaadine dönüştürmüş durumda.
O halde dönelim başa.
Bir işin iletişimi kendisinin önüne geçmişse, algı gerçeğe galebe çalmaya başlamışsa yapılması gereken, işten önce işin iletişimini yapmak olmalı.
En son İkizdere örneğinde gördük bunu. Bölgeyi kalkındıracak, bölge insanını zenginleştirecek bir liman projesi için başlatılan taç ocağı üzerinden peştemallı teyzeler eylem yapmaya başladı. İşin mahiyeti, süresi, zarar gören çevrenin nasıl rehabilite edileceği en başta anlatılsa o teyzeler gelip o ocakta taş taşırdı.
"Nasıl yapmamalı, nasıl yapmalı?" için iyi bir örnek.