Çözüm sürecinde ‘soğuk savaş’ rüzgarları esiyor.. Yeni yol haritasının konuşulduğu bir ortamda 6/7 Ekim olayları yeni bir dönem başlattı ve bu olaylardan sonra, kamu düzeninin epey korunaksız hale geldiğini gören hükümet frene bastı.
Bugün, kitlesel şiddet eylemleri durmuş olsa da, Peşmergelerin Kobani’ye, Türkiye üzerinden, coşkulu karşılamalar eşliğinde geçtiği günde, Diyarbakır’da bir astsubay eşinin yanında vurularak şehit edilmesi şiddetin ve terör eylemlerinin durmayacağının işaretlerini veriyor.
Kürt siyasetinin aktörleri, çözüm sürecindeki duraklamanın sebebini hükümetin adım atmamasına bağlıyor ve oyalama taktiği izlendiğini düşünüyor.
Oysa her şey kamuoyu önünde cereyan etmekte. Başbakan Davutoğlu, akil insanlar grubuyla yaptığı toplantıda, Eylül ayında Öcalan’la beraber hazırlanan bir yol haritasının Kandil’e ve HDP’ye yollandığını ve hem Kandil hem HDP’nin bu yol haritasına bir itirazda bulunmadığını ifade etti. Yol haritasının mahiyeti ise PKK’nin silahlı gruplarını Türkiye’den çekmesi ve daha sonra da bu grupların Türkiye’ye dönerek siyasi haklarını kullanabilecekleri bir toplumsal katılım yasasının hayata geçirilmesi olarak izah ediliyor.
***
Benzer bir yol haritasına PKK Öcalan’ın isteğine rağmen 2013’te de uymadı. Geri çekilir gibi yaptı ve hükümeti oyaladı. Oyalamakla kalmadı, şehirlerde çok farklı bir örgütlenme yaptı. 6/7 Ekim olaylarında bu örgütlenmenin ne kadar ‘işe yaradığını’ bütün kamuoyu açıkça gördü: Hayatını kaybeden kırk insan, yakılıp yıkılmış okullar, kütüphaneler, müzeler ve talan edilmiş bankalar.
Kürt siyasetinin aktörlerinin sokaklarda yaşanan vandalizmin sebebini, çatışma yıllarının yarattığı travmalardan etkilenen ‘fırtına çocuklarla’ izah etmesi ise hiç inandırıcı değildi.
Savaş mağdurlarının talebi, yeni bir savaş konsepti izlenmesi değil, tersine otuz yıl yaşanan savaşın yarattığı travmalarla gerçek bir yüzleşme ve adalet talebidir.
Dolayısıyla bugün yaşananları, kontrol edilemeyen bir takım gruplarla açıklamak, gerçeğin üstünü örtmekten başka bir şey değildir.
***
Çözüm süreci zarar görmesin gibi bugün ne kadar yanlış olduğu görülen bir tutum nedeniyle, kamu düzeninin korunamaz hale geldiğine şahit olmaktayız. Başbakan Başdanışmanı Etyen Mahcupyan’ın, Akif Beki’nin programında ifade ettiği gibi, kamu düzeni, Doğu’da artık PKK’nın kontrol etmekte olduğu bir düzen. PKK’nin kontrol ettiği bir alana - hele bu alan kamu düzeni ise- kimseyi, pek de ortak etmek isteyemeyeceğini tahmin etmek zor değil. Kendi ‘ulusal-kamusal düzenini, kurumlarını yeniden düzenlemek ve AB hukukuna uyarlamak için AB’yle müzakere süreci yaşayan Türkiye’de, PKK kendi anlayışına göre bir kamusal düzen kurdu. Alt-üst mahkemeler, vergi sistemi, asayiş birimleri bu düzenin temel birimleri olarak ‘hizmet’ veriyor. Türkiye’de ülkenin bir bölümünde, kamu düzenini düzenleme kabiliyetine erişmek, nasıl olacağını neye benzeyeceğini, halktan ne oranda destek alacağını bilmediğimiz özerklik talebini kağıt üstünde elde etmekten kuşkusuz daha önemli olanaklar yaratıyor.
Bu olanakların beslediği alternatif siyasi otoriteyi PKK’nin her şeye rağmen sonuna kadar kullanacağını ve bir adım bile geri atmayacağını geçerli ve meşru tek hukuk sistemi olan ulusal hukuka ve ulusal kamu düzenine ikna edilmesinin epey baş ağrıtacağını söylemeye bile gerek yok.
PKK çok iyi biliyor ki, şehirlerdeki kamu düzenini elinde bulundurmak, Gabar’ı, elde bulundurmaktan elbet çok daha önemli bir siyasi imkandır.
***
Öte yandan, hükümet kamu düzeninin en azından, 6-7 Ekim tarihiyle beraber, artık korunamaz hale geldiğini görüyor ve Kürt siyasetinin önüne, görüşmeleri sürdürmek ve çözüm sürecinde ilerlemek için şu şartı koşuyor:
Kamu düzenine zarar veren bütün eylemlerin durması.
Bu talebin, PKK ve Kürt siyasetinin diğer kurumları nezdinde bir karşılığı olduğu kanısında değilim.
PKK, bugün itibariyle silahlı güçlerinin topyekün bir savaşa girmesini istememekle beraber Türkiye’yi terk etmesini ve Türkiye’ye karşı savaşın nihai olarak sona ermesini de istemiyor. Şehirlerdeki ve dağlardaki silahlı birimlerini, Yüksekova, Cizre ve benzeri yerlerde kurduğu modelin bir güvencesi gibi görüyor. Öz savunma birlikleri veya asayiş birimleri adıyla ifade edilmek istenen budur.
***
Çok değil, Oslo sürecinden önce ve sonra, dağdan inecek PKK’lilerin mevcut güvenlik güçlerine yardımcı güçler olarak değerlendirilmesi gibi bir fikir vardı. PKK cenahından gelen bu talebin, çözümü kolaylaştırıcı bir yanı olabileceği düşünülüyor ve normal karşılanıyordu. Dağdan inecek olan insanların, şehirlerde trafik polisi veya belediye zabıta güçleri gibi görevlendirilmesinin ne sakıncası olabilirdi ki!
Ama şimdiki durum epey farklı görünüyor. Çünkü gelinen aşamada durum; çözümün nihai aşamasında veya aşamalarında, kamu düzenine katkıda bulunmak veya ortak olmak talebinden ziyade, eğer Mahcupyan’ın da altını çizdiği gibi, kamu düzeninin bizatihi kendisini tepeden tırnağa yeniden düzenlemek ve kontrol etmek gibi bir durumsa, bu yeni ‘kamu düzeninin’ belli bir siyasi modeli ortaksız yönetmek amaçlı tesis edildiğine de şüphe duymamak lazım.
Dolayısıyla, bugün artık, hükümetin görev ve sorumlulukları bakımından, sorun, çözüm sürecinde adım atmak filan değil, bölgede devlet dışı ikinci bir siyasi otoriteye razı olup olmamak sorunudur. PKK ve periferisindeki grupların hükümetten beklediği ise, hükümetin fiili olarak işlemekte olan bu otoriteye razı olması, kendi siyasi otoritelerini sarsmayacak adımların atılmasıdır.
Halk ise eli kolu bağlı ve kanaatime göre çok zor durumda. Halk, sırtını hangi kamusal düzene dayayacağını bilmemenin şaşkınlığını, endişesini ve belirsizliğini yaşıyor.