Her toplumda, önünü, arkasını düşünmeden en ufak bir kavganın ortasına dalan, hatta sönmüş bir meseleyi yeniden alevlendiren tipler var. Bizim oralarda böyleleri için, başını/başımızı belaya sokacak anlamında "yine bir dikene toslayacak" diye tercüme edebileceğimiz Kürtçe bir deyim kullanılır (telaffuzu zor olan bu deyimin orijinalini buraya yazıp yazılarımızı çok güzel seslendiren kardeşimi zor durumda bırakmak istemem).
Benim de bu deyime konu olabilecek türden "dikenli" bir hikayem var. Eskiden kaldığımız evin bitişiğindeki apartmanın alt katında tekstil atölyesi vardı. Atölyede çalışan gençler, öğlen saatlerinde, bizim eve bitişik apartmanın bahçesinde toplanır, bazen top oynarlardı. O zamanlar tercüme faaliyetlerini evde yürütüyordum. Kışın kapı pencereyi kapattığımız için fazla rahatsız olmazdım. Ama yazın, işçilerin dinlenme saatlerinde, bazen tek cümle yazmak mümkün olmazdı. Bir yaz günü, tercümeye kaptırmış gidiyordum. Mübarek kelimeler, peş peşe sökün ediyorlar. Su gibi akan cümleleri art arda diziyordum. Olağanüstü güzellikteki bir cümle beynimden dilimin ucuna doğru endamlı endamlı süzülürken, "zırrr" bir zil sesi. İşçilerin mola zamanı. Rus ordusu Ayastefanos'a Yunanlılar Polatlı'ya dayanmış gibi, odamın duvarını döven top sesleri ile birlikte işçilerin çığlıkları aklımı başımdan almıştı. Boğazıma lokma dürülmüş gibi, dilimin ucuna takılı kaldı muhteşem cümle. Balkona koştum kızgınlıkla. Gençler, dedim, gürültü yapmayın, en azından topu duvara vurmayın. Tamam abi, dediler. Muhteşem cümleyi tamamlamak üzere çalışma odasına geri döndüm. Uçmuş... Cümlenin geri kalanının yerinde yeller esiyor. Dil yarılıp hafıza kuyusuna geri gitmiş gibi bütün kelimeler. Öfkeden deliye dönmüş, ya sabır çekiyordum. Sesler yeniden çoğalmaya başladı. "Bu bir savaş!" dedim ve bir hışım ile balkona koştum. Bu sefer bir şey demeden, elime ne geçerse gençlere fırlatacaktım. Kan bürümüştü gözlerimi, neye el attığımı görecek halde değildim. Avucuma bir diken topunu aldığımı, dikenler alev alev yakmaya başlayınca fark ettim. "Vay anaam!" diye yükselen feryadıma gençlerin kaçışırken attıkları kahkahalar karışmıştı. Hanımın, balkona koyduğu saksıdaki kaktüs bitkisinin avucuma batan dikenlerini çıkarması saatleri, iltihaplanan yaraların iyileşmesi de günleri bulmuştu. Önüme, arkama, neyi tuttuğuma bakmadan ortaya atılmamın cezası, bir öbek kaktüs dikenine sarılmakmış diye düşündüm, kan çanağına dönmüş gözlerimden acı acı yaşlar süzülürken.
Bu arada bazı bitkiler neden dikenlidir, diye kafamı kurcalayan soru da cevabını bulmuştu. Bir vesileyle dikenlerin acısını tadan insanlar, bundan gerekli dersi çıkarsın, bir daha gözü kapalı badirelerin ortasına atlamasınlar diye. Ben şahsen, Kaktüs hoca efendiden hayatımın dersini almıştım.
Geçenlerde memlekette eften püften bir meseleden dolayı bir kavga çıktığını duydum. İki taraf da bizim akraba. İstanbul'dan, Aydın'dan, Antalya'dan bazı akrabalarımızın arabalarına binip memlekete doğru, Rus ordusu Van'ın surlarına dayanmış da seferberlik ilan edilmiş gibi, yola çıktıklarını haber alınca, avucumda bir iltihaplı acı hissettim. Bir an için kaktüs bitkisini mi tuttum diye irkildim. Değilmiş. Yola çıkmış akrabalardan ulaşabildiklerime, yapıcı olmalarını, sulhu sağlamalarını, habbeyi kubbe yapmamalarını dilim döndüğünce anlattım. Allah'tan, onlar varmadan, araya giren birileri meseleyi suhuletle halletmiş de iyileşmesi yılları bulacak yaraların açılmasına izin vermemişler.
Yaz gelince, kavga ve cinayet haberlerinin eksik olmadığı Urfa'ya, Van'a, Batman'a, Diyarbekir'e kaktüs mü eksek?