Herhangi bir takım, “İlla da bu maçı alacağım” diyorsa; çağdaş futbolun olmazsa olmazı yüksek tempoya ulaşması gerekir. Ama hızlı oynamak başka, telaşlı oynamak başka... Bizimkiler, başı sıkışınca vites yükseltiyorlar ama; gol gelmeyince ve zaman da daralınca, paniklemeye başlıyorlar. İşin bu noktasında oyun disiplini elden gidiyor ve dan-dun futbolu başlıyor. Bu yüzden de, “Yoğun baskı kuruyormuş” gibi görünseler de; aslında havanda su dövüyorlar.
Mesela F.Bahçe... Maç içinde ağır/hantal/amaçsız kaldıkları süreyi fazla uzun tutuyorlar. İlk amaç, önce rakibin hata yapmasını beklemek... Ama bunu yaparken de, rakibini hataya zorlamıyorlar. Karşı taraf bunu hissettiğinde, ekmeğine yağ sürülmüş oluyor. Onların da isteği bu zaten. Fenerbahçe’nin beklediği hatayı yapmamak için durağanlaştığında, ağırlaştığında; sarı-lacivertliler herhangi bir B planını saha süremiyor.
Maçlar bu yüzden sıkıntılı geçiyor. Sadece mücadelelerin son anları hız ve heyecan kazanıyor. O anda da, (Yazının başında dediğimiz gibi) telaş ve panik duygusu başlıyor.
Oysa sürdürülebilir yüksek tempo, geniş zaman dilimlerine yayıldığında; karşı tarafın hata yapma şansı her koşulda artar. Fakat bizim tembel futbolumuz, böyle bir tarzı aşırı lüks ve yorgunluk nedeni sayıyor. Bunu tam süre uygulamak işine gelmiyor. Kaytarıyorlar... Yalnız Fenerbahçe değil, neredeyse tüm takımlarımız böyle!
***
“Başı sıkıştığında çare aramak” temel ilke halini aldı. Maçın bütününe yayılan bir oyun disiplini, temel ilke, kararlılık ve tempo isteği hiç yok. Skoru şansa bırakıyorlar. Daha önceki kulüplerinde profesyonel bilinci hakkıyla sergileyen yabancılar, bizdeki laçka düzene hemen ayak uydurdukları için; onlar da kolayca yoldan çıkıyor. Türk futbolundaki çiftlik düzenine bayılıyorlar. Onları da bozduk.
Türkiye, sürdürülebilir yüksek tempoyu temel ilke olarak sistemine almadığı sürece; kağnı arabasıyla ralli yapmaya çalışan ülke konumunda kalacak. Seyircinin tribünlerden kaçışı da bu yüzden. Uyanın!