Ülkücü camia sinemada şimdiye kadar sadece tek bir çalışmayla temsil edilmişti: Mehmet Kılıç’ın senaryosunu Tufan Güner’in yazdığı 1977 yapımı filmi Güneş Ne Zaman Doğacak. Battal Gazi, Hakanlar Çarpışıyor, Malkoçoğlu, Tarkan gibi daha hamasi duygularla ama yine aynı düşünce birikiminin izlerinde yapılan filmleri saymazsak, Kılıç’ın çalışması Türkiye’de o zamanki ülkücü düşüncenin siyasi izdüşümünü yansıtıyor, senaryodaki aksamalara rağmen bir sistem eleştirisine girişiyordu. Ülkenin o zamanki siyasi konjonktürü gereği bu hareket başka film gerçekleştirmedi. Yıllar sonra yönetmenliğini Mahmut Kaptan’ın yaptığı, senaryosunu Lütfi Şehsuvaroğlu’nun hikâyesinden Bektaş Topaloğlu’nun yazdığı Kafes, 1970’li yıllarda ülkücülerin yaşadıklarından bir kesit sunuyor. Filme fikri anlamda Şehsuvaroğlu damgasını vuruyor diyebiliriz çünkü kendisi eserde Ülkü Ocakları’nın başkanı olarak görünen İhsan tiplemesinin canlandırdığı rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun yanında bulunmuş bir mücadele arkadaşı. Film Atilla İlhan, Mehmet Ali Aybar, Kemal Tahir, Mehmet Akif gibi isimlerle bağlantılarla belli bir fikir tartışması içinde olduğunun altını çizerken, Niyazi Mısrî’nin sözleriyle de tasavvufî bir zihniyet dünyasına göndermede bulunuyor. Ocağın yönetimindeki bir konuşma esnasında, ülkücü hareketin mevcut sisteme karşı muhalif tavrında sol hareketten pek de ayrılmadığını ancak 6. Filo’ya olan protesto yürüyüşten sonra bir ayrışma meydana geldiği belirtiliyor.
Kasım 1970’de ülkücü bir öğrenci olan Dursun Önkuzu’nun öldürülmesiyle başlayan film, olayı takip eden Ocağın perspektifinden tuhaf bir şekilde bütün bir 1970’lere yayılarak 1980 darbesi ve sonrasına getiriliyor. Senaryonun bir zaafı olarak nitelendirebileceğimiz bu durum, darbenin sanki adeta aynı yıl (ki arada 12 Mart vardır) veya en fazla bir sonraki yıl yapıldığı gibi bir intiba bırakıyor. Senaryodaki bu zaafa rağmen, başrolde gördüğümüz Mehmet Sipahi’nin etrafında gelişen hikayeyle yine de olay akışında belki de artık dizilerden ötürü sinema anlatımının oldukça gelişmiş olduğuna tanık oluyoruz. Ortalığın değişik provokatif eylemlerle sol-sağ çatışması olarak kan gövdeyi götürmeye başladığı (günde beş civarında ölüden 12 Eylül’e doğru ortalama otuz ölüye çıktığı, gençliğimizin heder olduğu) o yıllarda, belki de Şehsuvaroğlu’nun hayatından da izler taşıyan Mehmet tipinin hep sağduyuya davet eden tavrı öne çıkar. O günkü medyanın inisiyatifiyle de gizli bir toplantıda, fikir ve siyasetle ilgilenen gençliğin bu ilgisini dağıtmak için futbol ve cinsel içerikli yayıncılığın arttırılması olgusu öne çıkarılır. Milli ve manevi bir duruşla şahsiyetinden taviz vermeyen Mehmet, Niyazi Mısrî’nin deyişleriyle de zenginleştirdiği ruhuyla, yan hikâyede karşı taraftan bir kız olan Elif’in varlığında yeni bir duygulanımla yüzleşir.
Sol hareketin git gide sertleşen tavrıyla verilen eylemler, sağ harekette de benzer tiplerin (Murat örneğindeki gibi) yer almasıyla nasıl tırmanışa geçtiğini, gencecik Mustafa’nın nasıl bir komploya kurban gittiğini, solda yer alan ama hep hakkaniyetten yana bir tavırda olan Kadir’in nasıl taviz vermediğini, Ocak başkanı İhsan’ın nasıl hiç teenni ve itidali elden bırakmadığını görürüz. Öte yandan, darbe sonrası gözaltında, sorgulamalarda yapılan işkencelerin de ne kadar aşağılık olduğunu film çarpıcı bir biçimde anlatıyor. Bu yönüyle, hatta darbeden evvel yüksek rütbeli subayların yaptığı toplantılarda aldıkları kararların bir kısmının günışığına çıkmasıyla, ordu da bir biçimde olayların vahim gelişiminin sorumlularından biri olarak verilir. Filmden veya kendi yaşadığımız hayati gerçeklikten hareketle, her ne kadar 12 Eylül darbesinin olumlanmaması gerekiyorsa da, 1980 öncesi de zavallı durumuyla asla olumlanacak bir dönem değildir.