Çocukluk dönemi geçip, rüşt yaşına erdiğim zamandan beri, küçücük köyüm ve çevresinde ve okuma-yazması olmayan, ama hayata kendi çaplarında iman ferasetiyle bakabilen büyüklerimden öğrendiğim şuydu: 'Mezarlardan, türbelerden bir şey dilenilmesi, Allah'tan gayrısından yardım istenmesi, insanı, şirk'e sürükler...
Evet, böyle büyütülmüştük...
Her vakit namazının her rekâtında okunan 'Fatiha' suresinde okuduğumuz ve '(Rabbimiz) Yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Sen'den yardım dileriz..' mealindeki 'iyyâke nâ'budû ve iyyâke nestâ'în' âyetinde bize öğretilen ezelî gerçek, manasını ilk öğrendiğimiz vahy-i ilâhî hükümlerindendi..
*
Böyleyken, köyümüzde ilk mektep olmadığından, komşu köydeki ilk mektebe gittiğimizde, ilkokul öğretmeninin, 'cahillerin, mezarlardan, yatırlardan, türbelerden medet umdukları' şeklindeki iddialarını sık sık duyar ve bu sözleri büyüklerimize söylediğimizde, büyüklerimizin o kişiye, hak ettiği tepkiyi nasıl dile getirdiklerini bugün gibi hatırlarım.
Ankara'daki Sağlık Okulu'nda 21 ve 22'nci ölüm yıldönümleri dolayısıyla tertiplenen anma törenlerinde yüzlerce öğrenci ve velileri karşısında bir 'doktor' olan okul müdürümüzün, yanındaki masada bulunan büst'e dönerek, gözyaşları içinde, "Sana inanıyoruz; sana tapıyoruz atam!" diye kendinden geçercesine, haykıra-haykıra ağlama seansları sergileyişini, sınıflardaki ders saatlerinde öteki doktor hocalarımız da gün boyu, ağlaya-ağlaya tekrarlarlardı.
Evet, böyle yetiştirilmek isteniyorduk...
Ve ders kitaplarında, M. Kemal'in, 'kabirlerden, türbelerden yardım dilenilmesi'ni lanetleyen konuşmaları her vesileyle tekrarlanıyor ve bu sözler okulların duvarlarında en görülecek yerlerde devamlı tekrarlanıyordu. 1960 öncesinde ise, dönemin Reis-i Cumhur'u Celâl Bayar'ın, M. Kemal için, 'Seni sevmek, bir ibadettir...' gibi sözleri, okulların duvarlarında en mutena yerlerde bize hatırlatılırdı.
Evet, biz türbe, yatır veya kabir ziyaretlerinde, oralarda yatanlardan bir şey istemiyorduk... Hz. Peygamber (SAV)'in 'Ravza'y-ı Mutahharesi'nde de, O'nun ümmetinden olmanın şuurundan mahrum olmaktan ve yanlışlara düşmekten bizi koru Allah'ım' diye dua ediyoruz. Büyük Müslüman şahsiyetlerin kabirlerinde de, onlardan bir şey dilenmiyor ve onlara 'rahmet-i ilahî' diliyor ve onların yoluna ilgi duyduğumuzu geçirmiş oluyorduk, içimizden... İslam karşısındaki durumlarını bilmediklerimiz için ise, 'Allah'u Teâlâ'nın, kulları üzerindeki her türlü tasarrufunda rahmet vardır...' deyip geçiyoruz...
*
Bu konuda hele de tarih ve yurttaşlık ve edebiyat derslerinde yapılan devrimlerin her birisi, hele de 'Tekke, zâviye ve türbelerin kapatılması', 'şapka giyilmesi' ve 'Lâtin alfabesinin kabul edilmesi' gibi 'devrim'lerin eşsizliği zihinlerimize tartışmasız olarak kazınmaya çalışılıyordu. Bütün o 'devrim'lerin ne pahasına olursa olsun, uygulandığı da 'devrimci' bir hışımla anlatılır, karşı çıkanlar bir takım suçlamalarla susturulurdu...
(Unutmayalım ki, türbelerin ziyarete açılması 30 sene sonra ancak 1955'lerde mümkün olabildi. Ezân-ı Muhammedî'nin aslî şekliyle okunması yasağı da ancak 18 sene sonra, Adnan Menderes tarafından kaldırılabilmişti. AraP alfabesiyle yazılmış diye, 1000 yıllık Türkçe devlet arşivleri ve kütüphaneler yakılmış, satılmış ve bugün bile ancak bir avuç insan tarafından okunabilen bir duruma getirilmişti...)
Bu yoldaki iddialarla ilk gençlik yıllarımdan beri hep karşılaştım, asıl cahil ve materyalist olan ve de bir 'isim ve resim' çerçevesi resmî söylemin dışında bir söz dinleyemeyecek ve anlayamayacak kadar şartlandırılmış nesillerle bugün de karşılaşıyoruz.
*
Öyle ki, edebiyat derslerinde hanım öğretmenimiz, ısrarla Tevfik Fikret'i , M. Kemal'in de ilham kaynağı olduğunu belirterek savunurken, biz de Fikret'in yaklaşımına, bir avuç arkadaşımızla M. Âkif'le karşı çıkar ve Fikret'in Kur'an'a 'Ey kitab-ı köhne!' diye saldırdığını, oğlu Halûk'un da Amerika'da papaz olduğunu söylediğimizde diyecek söz bulamazdı...
*
Bunları niçin mi söz konusu ediyorum?
Dün, bütün gün ve bütün medya organlarında, ekranlarda, sabahtan akşama kadar yapılan yayınlar, yorumlar, konuşmalar ve hatta körpecik çocuklara varıncaya kadar konuşturulanlar sebebiyle...
Böyle bir 'beyin yıkama' ameliyesi, dünyada Kuzey Kore'den başka yerde kalmadı...
M. Kemal'in de böyle anılmak istendiğini düşünülebilir mi, bilmiyorum. Gerçi, kendisine soyadı olarak aldığı 'isim-sıfat'ın, sadece kendisiyle sınırlı olacak bir verilmesini kabullenmesi düşündürücüdür. Ama bugün, kabrinin, bir resmi ideoloji ibadeti tarzında anılması, en çok da M. Kemal'e zarar vermez mi?
Dün, gün boyunca yapılan programlar, buram-buram ilkellik kokusu vermiyor mu?
'Tekke, zâviye, türbe' ziyaretlerine 100 yıldır istikrah ile bakanlar, M. Kemal'in kabrini bir 'laik türbe' haline getirmiş bulunduklarını düşünemeyecek kadar mı uzaklar, gerçeklerden?
Orayı her ziyaret edişleriyle 'iman tazeledikleri'ni açıkça söyleyen siyasetçiler bile görülmedi mi?
*
M. Kemal'in askerî sahada yaptıkları üzerine değil, sözümüz... Çünkü nasıl ki bir itfaiyeci, yangını söndürmek vazifesini yerine getirdiği için, kahramanlığı övülse, kurtarılan ev üzerinde ayrıca öz sahibi olmazsa; askerler de vazifelerini yaptıkları için, övülebilirler... Ama bir milletin aslî değerleri yok ayılarak, bir kişi veya grubun tercihleri, tepeden inmeci yöntemlerle dayatılamaz.
*
Bu konuda, Şevket Süreyya Aydemir'in 50 sene öncelerde, 1975lerde Milliyet'te, 'Kahraman putlaştırıldığı zaman ölür...' başlığıyla yazdığı makale üzerinde konuşulmalıydı, halbuki... 'Biz M. Kemal'i putlaştırdık ve öldürdük!' diyordu. Ama kendilerini 'aydın' sanan karanlık ruhlar, tahakkümlerini M. Kemal adına sürdürebilmek için, o sesi duymazlıktan gelmişlerdi...
Bu bakımdan, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın dün bu konuda yaptığı konuşmada çok önemli...
O konuya da Çarşamba günkü yazımızda değinelim, inşallah...
*