Gezi olaylarının hemen başlangıcında Kabataş’ta bir genç kadın ve bebeği eylemcilerin sözlü ve fiili saldırısına uğradı. O kadının meydandaki yüzlerce-binlerce kişi arasından seçilmesinin nedeni ise başörtülü oluşuydu. Malum, Gezi eylemcilerinin ciddiye alınması gereken bir bölümünün söylemleri ve eylemleri dindar-muhafazakar görünürlüğe karşı bir öfkeyi içeriyordu.
Zehra Develioğlu ve bebeği işte bu öfkenin karşısına yanlış zamanda ve yanlış mekanda bulunmanın talihsizliğini yaşadı. O gün başından geçenleri medyaya anlattı ve savcılığa da müracaat ederek şikayette bulundu. Adli Tıp Kurumu’ndan yaşadığı saldırıyı belgeleyen raporlar aldı.
Biliyorsunuz... Olayın yaşandığı günlerde herkes bir görüntü peşindeydi. Ama emniyet o zaman elindeki görüntüleri gizledi ve kimseye vermedi. Sonra yaklaşık 9 ay sonra aynı emniyet tarafından düzenlenmiş, işaretlenmiş ve grafiklerle düzenlenmiş olarak medyaya sızdırıldı. Sızdırıldı ki toplum böyle bir saldırının gerçekte yaşanmamış olduğunu düşünsün istendi.
Sızdırılan o görüntü kesinlikle olay anını yansıtmıyor. Üstelik saldırıya uğradığını söyleyen kadın 9 ay sonra yine konuştu ve ilk söyledikleriyle arada hiçbir çelişki olmayan yeni açıklamalar yaptı.
Buna rağmen medyadaki Gezi-cemaat-Ergenekon-vb ittifakı o sınırlı ve maksatlı görüntüleri büyük bir sevinçle karşıladı. Bir genç kadının ve bebeğinin çiğnenen onurunu hiçe sayarak en az o gün Kabataş’ta olanlar kadar yeni ve şiddetli bir saldırıya geçtiler.
Sayısız örnekten iki tanesini anlatalım yeter...
Bir gazete, blog yazarının ağza alınmayacak bir cinsel suç ifadesini internet sitesinde manşet yaptı. Yapmakla kalmadı infiallere rağmen tek kelime özür dileme ihtiyacı da duymadı. Bu bir zihni arkaplan taşkınlığıdır ve gerçek niyeti fazlasıyla ele verir.
Ama daha da önemlisi Gezi medyasının en tecrübeli isimlerinden birisinin Kabataş’ta saldırıya uğrayan kadın için cemaat kanalında bulunmanın rahatlığıyla Fadime Şahin benzetmesi yapmış olmasıdır. Bu kadar sinsi bir ayrımcılık ve bu denli nefret içeren bir saldırı örneğine pek az rastlanmıştır. Muhakkak ki bugünün tarihi yazılırken en karanlık satırlardan birisi de 28 Şubat’ta başörtülü avına alkış tutan bir yazarın, yıllar sonra yine aynı gizli nefretle ortaya çıkışı olacaktır. Tahminin odur ki o tarihin yazılması için de çok vakit geçmeyecektir.
Eli kalem tutanların, sokaktaki insandan daha makul görünenlerin yorumları, yazıları ve nihayet köşelerinden ekranlardan yaptıkları saldırıları izledikçe 1 Haziran akşamı Kabataş’ta yaşananların Zehra Develioğlu’nun anlattıklarından bile daha vahim olduğuna kanaat getirdim. Medyadaki sözcüleri başörtülü kadına karşı ayrımcılıkta sınır tanımayan kalabalığın sokaktaki öfkesine kim kefil olabilir? Başörtülü kadına karşı şiddeti hayatın olağan akışı olarak görenlerden başka!
Şunu bilelim de olup bitenleri anlamakta sıkıntı çekmeyelim...
Türkiye’de dini görünürlüğün her türlüsüne karşı faşizan sınırlara ulaşan bir tahammülsüzlük vardır. Her türlüsüne...
Ankara’da iktidara, taşrada belediyeye, sokakta başörtülüye, medyada demokrat kalemlere, ekonomide Anadolu sermayesine, sivil toplumda yardımseverliğe, sanatta yaşadığımız toprakların rengini yansıtana tahammülsüzlük vardır.
Sair zamanlarda demokrat, özgürlükçü, mütehammil görünen kalemler görev zamanlarında maskelerini çıkararak başkalaşıyorlar.
O zaman demokrasi talebinin sadece kendi hayat tarzının üstünlüğünü garanti edecek bir bencillik olduğunu anlıyorsunuz. Kürt sorununda çözümü bile sırf iktidar istifade edebilir diye sabote etmeye kalkacak kadar büyük bir bencillikten söz ediyoruz.
Böyle bir zihin Kabataş’ta bebeğiyle hayat mücadelesi veren kadının hukukunu dinler mi?
Ama Kabataş’ta incinen kadın da, kalbi onunla birlikte atan milyonlar da müsterih olsun; değişim yolunda artık geri dönülmez yerdeyiz. Son öfke nöbeti savuşturulduktan sonrası demokrasi... Herkes için demokrasi.