Dostum, “Sen bunlardan söz ederken ‘vaktiyle önemsenen gazete’ gibi sıfatlar kullanıyorsun diye kızıyordum, bugün tam orta sayfasında kocaman bir yer işgal eden sütuna aylar sonra göz gezdirince haklı olduğunu keşfettim” dedi.
“Hangisinden, sağdakinden mi soldakinden mi?” soruma “Sağdaki” cevabını verdi dostum...
Bir gazetenin en değerli sayfaları birinci, sonuncu ve orta sayfalarıdır. Hem renk kullanabilir gazeteyi hazırlayanlar, hem de sıkışık ortamlarda bile en kolay o sayfalara göz atabilir okur... En fazla reklâm da o sayfalara gelir...
Yalnızca eskiden önemsenen gazetede, orta sayfa, gazetenin en çok harf tüketen iki yazarına ayrılıyor; ya artık yeterince reklâm alamıyor gazete, ya da yazıları reklâm gelirinden daha fazla önemsiyor...
“Veya ‘Kısa yazın’ diyebilen çıkmıyor” dedi dostum...
Orta sayfalardan sağdakinde yazan her pazartesi günü yazısının neredeyse yarısını biri cumhurbaşkanına, diğeri hükümetin öndegelen bakanlarına yönelttiği sorulara ayırıyor. Her hafta... Soru yönelttiği kişiler susmaya, o ise sorularını sormaya devam ediyor...
Dostumun taktığı nokta şu: Sorulan bir soruya cevap alınamaması soru yöneltilen kişinin soru yönelteni veya sorusunu ciddiye almaması anlamına gelir; her hafta aynı soruları sormakla, yazar, kendisinin önemsizliğini ilân etmiş oluyor...
Hiç değilse dostuma göre durum böyle... “Bir yazar kendisinin cevaba değmez biri olduğunu her hafta okurlarının gözüne sokar mı?” diye soruyor...
“Abartıyorsun” dedim dostuma, “Muhtemelen okurları bu tavrı ‘fikri takip’ hassasiyeti olarak görüyordur. Hem sonra ‘Benim en değerli sayfalarımda reklâm koysam bayağı para kazanacağım bir alanı sen hep aynı soruların tekrarına ayırıyorsun’ diye patronu sormuyorsa, bize susmak düşer...”
Doğru. Daha önce yayımlanmış yazılarını her yıl belirli günlerde kelimesi kelimesine yeniden ısıtan birine suçüstü yapmıştım da ne oldu?
İlk gündeme geldiğinde ‘hediye’ konusunu açıklığa kavuşturmaya niyetlenmiştim. Sorunun muhatabı “Öyle bir şey yok” demiş ve eklemişti: “Çocuğumun düğününde yüklü bir hediye vermeye kalkınca kendisini ‘En iyisi benim ilimde bir dikili ağacınız bulunsun’ diye durdurduğum patronuna beni sorsun... Herhalde gazetesi yazarının benimle ilgili merakını giderecek bir kanaati oluşmuştur patronun...”
Ben de burada sıcağı sıcağını bu tepkiyi aktarmıştım. Patronu da mı okumuyor yoksa bu yazarı?
Soruyu boşuna soruyor değilim. Kendisine ayrılan köşenin yarısını haftada bir aynı sorularla dolduran yazarın soru muhataplarından birine “Neden cevap vermiyorsunuz?” dediğimde şaşkın ifadelerle yüzüme baktığını fark ettim. Meğer her hafta adını da vererek kendisine soru yönelten yazarın sütununa bakmazmış...
Özel sohbetlerimizden biliyorum, şimdilerde ülke yönetiminde önemli koltuklar işgal eden, bazısı bürokraside söz sahibi pek çok kişi, takımlarından bazı gazeteleri çıkarmış. Resmen görmüyor, görmedikleri için de neler yazıldığından haberdar değil... Kalemini kör kılıç gibi kullanan bir-iki yazar yüzünden gazetenin bütünü güvenilir olma özelliğini kaybetmiş devletlular gözünde...
Üzülecek bir durum, ama gerçek...
Gazeteler kâr etmiyor; eskinin önemli sayılan gazetesi de zarar edenler kervanına katıldı son bir-iki yıldır. Patronlar, zarara, “Hiç değilse devleti yönetenler nezdinde etkili bir gazetem var” diye katlanıyordu. Gazetelerinin eskisi kadar etkili olmadığını herhalde onlar da anlamıştır, ama şimdi burada yazdığım gerçeğin herhalde tam farkında değiller.
Bir daha yazayım: Yönetici koltuklarında oturanlardan çoğu bir-iki partizan yazarı yüzünden bazı gazeteleri ellerine bile almıyor...
Yazarları her hafta soru yöneltiyor sütunlarında, muhatapları kaale almıyor, gördüğünüz gibi...
“Bu tamam da” dedi dostum, “Aklı başında biri, kaale alınmadığını okurlarına her hafta bıkmadan usanmadan neden hatırlatır ki?”
Muhalefeti de ‘yandaş’ dedikleri medya yapıyor artık...