2008’de ‘Dünyanın unutulmuş köşelerinde radyolarının başında’ toplanıp Obama’nın söyleminde ve Jackson’un gözyaşlarında ifade bulan mesajı alkışlayanlar, bugün Onun da katkısıyla katlediliyor, keder gözyaşına boğuluyor; huzursuzluk duymuş olanlar ise, onun da katkısıyla diktatörlüklerini yeniden inşa etme hülyasına kapılıyor.
Mısır’da darbe ve katliamlar devam ederken, batının, özellikle ABD’nin tutumunu anlamaya çalışıyorum.
Amerika Birleşik Devletleri başkanlık seçimlerini kazanan Hussein Barack Obama tarihinin ilk siyahi başkanı olarak Chicago’da 4 Kasım 2008 tarihinde yaptığı konuşma aklıma geliyor.
O soğuk gece Grant Park’taki konuşmasına “Amerika’nın hala her şeyin mümkün olduğu bir ülke olduğundan, kurucularımızın rüyasının günümüzde hala canlı olduğundan hala şüphesi olan, demokrasinin gücünü hala sorgulayan birileri varsa, bu gece size cevaptır!” sözleriyle başlamıştı.
“Bu gece, ABD’den şüphesi olanlara karşı genç, yaşlı, zengin, fakir, Demokrat Partili, Cumhuriyetçi Partili, siyah, beyaz, Hispanik, Asyalı, Amerikan yerlisi, eşcinsel, eşcinsel olmayan, özürlü ve özürlü olmayan bütün Amerikalıların bir cevabıdır. Tüm dünyaya, Amerikalıların, sadece bir bireyler topluluğu, kırmızı ya da mavi eyaletler topluluğu olmadığını gösteren bir mesajdır.”
Yeni ve adil bir dünya kurulacaktı
Bu mesaj kuşkusuz, kendi ulusal sınırları içindeki tüm kesitleri kuşatan ve tüm kesitlerin kurucu kabul edildiği, toplum sözleşmesi üzerine inşa edilmiş katılımcı bir demokrasi için önemli bir mesajdı. Ancak bu ve benzeri mesajların özellikle Demokrat Partili Başkanlarınca verildiğini biliyoruz. Konuşmasını ABD ulusal demokrasisinin dışındaki dünyayı ilgilendiren tarafı biraz daha farklıydı.
Konuşma Amerika için bir değişim anından söz ediyordu. Bu değişim Amerika’yı aşıyordu. “Sahillerimizin uzağından, saraylardan, parlamentolardan bizi seyredenler, dünyanın unutulmuş köşelerinden radyolarının önünde toplanmış bizi dinleyenler! Tarihlerimiz farklıdır. Ancak aynı kaderi paylaşıyoruz. Yeni bir Amerikan liderliği doğuyor.”
Liderliğinin çerçevesini şu sözlerle çiziyordu:
“Bugün bir kez daha kanıtladık ki, milletimizin hakiki gücü silahlarımızdan veya refah durumumuzdan kaynaklanmıyor. Aksine ideallerimizin devam edegelen gücünden geliyor: Demokrasi, Özgürlük, Fırsatlar ve tükenmeyen umut.”
Ancak bu konuşmayı tarihi kılan elbette sadece konuşmanın içeriği değildi. Değişimin ve çoğulculuğun, ideallerin temel alınacağı yeni bir “Amerika liderliği”nin dile getirildiği konuşmanın yüzyılları aşan mücadelelerin ardından ABD başkanlığına, daha doğrusu dünyanın en kudretli makamına tırmanmış bir zenci ve bir köle torunundan, ismiyle de Afrikalı Obama’dan sudur etmiş olmasıydı. Başkanın kendisi konuşmanın kendisinden çok daha fazlasını ifade ediyordu.
İsimlerinden birinin “Hüseyin” olması, Kerbela’da zalim Yezid’in zulmüne maruz kalmış peygamber torununa, bir Müslüman ismi olması bir bütün olarak ezilen İslam dünyasına da işaret ediyordu.
O gece o parkta, insan hakları mücadelesinin en önemli isimlerinden Jesse Jackson’ı, daha önce defalarca “beyaz gibi davranmak”la suçladığı Obama’yı gözyaşları içinde dinlerken gördük. Jackson elbette sadece Obama’yı dinlemiyordu. Ağlarken Obama’nın şahsında sembolleşen bir geçmişi ve geleceği düşünüyordu.
Yüzyılları aşan köleliği, topraklarından koparılmışlığı, aşağılanmayı, ikinci sınıf insan muamelesine tabi tutulmayı ve bunlara karşı verilen mücadeleleri düşünüyordu. Aklından Malcolm X, Martin Luther King ve Rosa Parks’ın geçmemesi mümkün müydü≠?
Zira Obama’nın seçilmesiyle “Rosa oturduğu için Martin yürüyebildi; Martin yürüyebildiği için Obama koşabildi; Obama koşabiliyor, demek ki çocuklarımız uçabilecek”ti.
1955’te Montgomery’de bir otobüste yerini bir beyaza vermeyi reddedip oturmaya devam ettiği için tutuklanan ve bu yüzden Montgomery Otobüs Boykotunun başlatılmasına yol açan Rosa Parks’ın heykeli yapıldı ve “hareketsizliğin kudreti” adıyla geçtiğimiz aylarda ABD’nin en yüce makamı Kongre binasına kondu. Dolayısıyla Obama ikinci başkanlık dönemine de doğru bir başlangıç yapmış görünüyordu.
Jesse Jackson’un gözyaşlarının da sembolik gücü vardı. Sadece ABD tarihinin değil, “dünyanın en uzak köşelerinde radyoları başında toplanıp” daha adil, daha demokratik, sömürüsüz ve özgürce yaşama susamış coğrafyalardaki tüm “zenci”lerin umut ve beklentilerini de sembolize ediyordu. Bu gözyaşlarının Ortadoğu coğrafyasında batı destekli diktatörlükler ve nevzuhur yapılar için huzursuzluğa yol açtığı aşikardı.
Ben, 4 Kasım 2008’de Chicago’daki zafer konuşmasında Jesse Jackson’un tutamadığı gözyaşlarını izlerken bunları düşünmüştüm.
Gerçekten de Obama’nın seçilmesiyle İslam coğrafyasında halklar nezdinde ilk defa ABD’ye bakış açısı değişmeye başlamıştı. Obama’nın ABD için “yeni bir başlangıç” sözü karşılık bulmuştu.
Ortadoğu’da demokrasi beklentileri yükselmiş, Türkiye’de Kemalist diktatörlüğün kurumsal yapısı çökertilmişti. Arap coğrafyasında diktatörlükler çözülmeye ve demokratik seçimler yapılmaya başlamışı. Krallıkların da demokratik bir dönüşüme uğrayacağı beklentisi uyanmıştı.
Batının ve ulus devletlerinin kadim “dost-düşman” kategorileri ve oryantalizm gibi sorunlu zihinsel kalıplar dışında İslam dünyasının değerlendirilmeye başlandığına şahit olduk.
Bu bir geriye gidiş değil
Ama iyi başlayan 2013 iyi devam etmedi. Cumhuriyetçilerin yeniden iktidara geleceği 2016 sonuna kadar geçecek süreyi Ortadoğu’da demokrasi fırsatı olarak değerlendirirken ve önemli değişimlerin yaşayacağını beklerken, tersine bir hava hakim olmaya başladı. Gezi olaylarıyla Türkiye’deki anti demokratik dinamikler güçlü bir geri dönüş denemesi yaptı. Başta ABD olmak üzere Batı bu dinamiklerin yanında saf tuttu. Mısır tarihinin ilk ve bir yılını henüz doldurmuş demokratik hükümeti darbeyle düşürüldü. Darbeye direnen binlerce insan öldürüldü. Ancak Obama darbeye “darbe” diyemediği gibi, katliama da “katliam” diyemedi.
“Dünyanın unutulmuş köşelerinde radyolarının başında” toplanıp onun söyleminde ve Jesse Jackson’un gözyaşlarında ifade bulan mesajı alkışlayanlar, bugün Onun da katkısıyla katlediliyor, keder gözyaşına boğuluyor; huzursuzluk duymuş olanlar ise, onun da katkısıyla diktatörlüklerini veya vesayetçi sistemlerini yeniden inşa etme hülyasına kapılıyor.
Jesse Jackson’ın gözyaşları boşuna mıydı?
Zannetmiyorum.