64. Berlin Film Festivali’nin Altın Ayı yarışı beklenmedik derecede sönük geçiyor. Siz bu satırları okurken de herkesin üzerinde birleştiği kadar iyi bir film çıkmamış olabilir... O zaman meydan çoğunlukla janr filmlerine ve arthouse klişelerine kalmış olacak...
Bu yıl Berlin’de iki kara film, iki kara komedi, bir dönem filmi, bir bol aksiyonlu politik gerilim, bir gay romansı izledik... Yarışmanın son iki gününde bu listeyi uzatmak mümkün olmaz umarım...
Rachid Bouchareb “La Voie de l’Ennemi”de Jean Gabin ve Alain Delon’un başrollerini paylaştığı Jose Giovanni filmi “Şehirde İki Adam”ın yeniden çevrimini yapmıştı. Brenda Blethyn’i rehabilitasyona ve sabıkalılara ikinci bir şans verilmesine inanan şartlı tahliye memuru rolüne koyarak filme bir boyut kazandırabilmişti. Genellikle jüriler kendini çoktan kanıtlamış olgunluk çağındaki oyuncular yerine genç yetenekleri tercih eder ödüllendirmek için ama Blethyn’in performansı hakikaten çok iyiydi.
Norveçli yönetmen Hans Peter Moland’ın “Kraftidioten” filmi bir uyuşturucu baronu tarafından öldürtülen oğlunun intikamını almak için bir dizi cinayet işleyen babanın öyküsünü bir kara komediye dönüştürüyor. Birkaç iyi siyasi espri de yapılmıyor ama bu art arda cinayet izleyip durduğumuz gerçeğini değiştirmiyor. Buzlu Tarantino filmi de diyebiliriz...
Çin yapımı “Bai Ri Yan Huo” (Kara Kömür, İnce Buz) ise katil olduğundan kuşkulandığı kadına aşık olan ama adaleti sağlamayı da elden bırakmayan dedektif klişesini bir parodiye dönüştürüyor. Beyazperdeye doğrudan şiddet taşımayarak mizahını dozunda tutabiliyor.
***
Yann Demange’ın “71” adlı filmi Kuzey İrlanda’da gerilimin sokak terörüne döküldüğü, bağımsızlık talep eden Katolik ve Birleşik Krallık yanlısı Protestan İrlandalılar arasındaki çatışmaları İngiliz ordu istihbaratının kızıştırdığı bir dönemi aksiyon ve gerilime fon olarak kullanıyor. Film takip, çatışma, patlama sahnelerinin başarısıyla öne çıktı çıkmasına ama Berlin Film Festivali’nde geçmiş yıllarda Altın Ayı kazanan “Babam İçin” ya da “Kanlı Pazar” ile kıyaslanınca apolitik sayılabilir.
Arthouse filmleri de festival çevrelerinin beklentisiyle şekillenince janr sinemasından farklı görünmüyor göze. Edward Berger’in “Jack”i ya da Celina Murga’nın “La Tercera Orilla”sı misali, bir yan bölümde gösterilecek ve festival turu atacak filmler, Altın Ayı’ya aday gösterilince bir keşif sayılmıyor ne yazık ki... Belirli bir türde film yapmak özgün yaratıcılıktan daha zordur. Herkes o türe aşinadır, klasiklerini, kültlerini izlemiştir. Nasıl olması ya da olmaması gerektiğini bilir. Sinema tarihinde en iyi örnekleri verilmiş bir türe yenilik getirmek, bir pırıltı katmak, o filmle bir fark yaratıp yüzlerce benzeri arasından sıyrılmasını sağlamak çok küçük bir olasılıktır. O yüzden janr filmlerini daha baştan vasata teslim olmuş sayabilirsiniz. Eğer gişeye oynuyorsanız bunda bir sorun yoktur: Belirli bir düzeyi tutturunca belirli bir izleyici sayısını da yakalarsınız. Bu yüzden janr sineması özellikle ticari sinema tarafından tercih edilir. Hoş bir romantik komediye, tüyler ürpertici bir gerilime, iyi planlanmış bir soyguna, vampirli kurt adamlı bir korku filmine starları ya da potansiyeli olan gençleri koydunuz mu gişe gelirini garantilersiniz. Herkes eğlenir, kimse şikayet etmez, böyle bir filmden olması gerektiğinden öte bir performans beklemez...
Peki ama janr her şeyi affeder mi? Vasatın üstüne çıkamayan çalışmaların olumlu yönlerini öne çıkarıp eleştirileri “Bu da bir janr filmi...” diye savuşturmak ne derece doğru? Dünyanın sayılı uluslararası film festivallerinin ana yarışmaları söz konusu olduğunda bence daha seçici olmakta yarar var.