1950 belediye seçimini İzmir’de de DP kazanmıştı. Bir sonraki seçim zamanı geldiğinde DP’nin dört yıllık faaliyetini bir broşür halinde kamuoyuna sunduğunu görüyoruz. Şimdi bu broşürün sayfalarını birlikte çevirmeye başlayalım…
Elbette İzmir çok uzun yıllar boyunca bakımsız kalmıştı. Behçet Uz’un belediye başkanlığı döneminde şehir yeniden kendine gelmeye başlamıştı ancak. Birçok kişi İzmir fuarının onun tarafından yaratıldığını hatırlayacaktır. Büyük İzmir yangınından sonra yangın yerinin önemli bir kısmı üzerinde kurulmuştu fuar. Her ne kadar bugün artık işlevini tamamen yitirmişliğinden dolayı unutulmaya yüz tutmuşsa da, İzmir’in, sadece İzmir şehrinin de değil, hinterlandını oluşturan pek çok Ege ilinin ve ilçesinin, hatta kasabasının çok uzun yıllar boyunca en önemli merkezi olmuştu.
DP’nin devraldığı İzmir’in resmi
“Beyaz Kitap” adıyla bastırılan broşürde, bir önceki belediye başkanı Rauf Onursal’ın yerine geçen, fakat yalnızca bir yıl görev yapabilen Mustafa Salâhattin Akçiçek, İzmir için yapılanlarını aktarıyordu. DP yönetimi, ilk önce 1950 yılında belediyeyi devraldığında bulduğu İzmir’i anlatıyordu. Buna göre, şehrin yollarının ancak dörtte biri yapılabilmişti. Kalan kısmı ise, hâlâ “Arnavut kaldırımı”ndan bile yoksundu. “Yalnız yukarı mahallelerle kenar mahalleler değil, diğer birçok mahalleler halkı temiz içecek suyundan mahrumdu. Yine bu mahalleler, medeniyetin nuru olan elektrik ışığını evlerinde değil, hatta sokaklarında [dahi] görmemişlerdi. Şehrin kanalizasyon tesisleri derme çatma halinde bulunduğundan büyük himmet bekliyordu.” Dahası, “elde şehrin müstakbel imâr plânı da olmadığı için en büyüğünden en küçüğüne kadar inşaat gelişi güzel ve plânsız devam etmekteydi.”
Temiz su olmadığından şehirde tifo, paratifo ve dizanteri salgınları olmuştu. Şehre yeni çeşmeler açılırken, özellikle de Kadifekale civarındaki semtlere temiz içme suyu için su deposu inşa edilmişti. Özellikle de “kenar mahalle”lere temiz içme suyu ve elektrik götürülmüştü. “Ne yazık ki, eski belediyeler, yalnız şehrin merkezine ve onun etrafındaki çevreye teksif ettikleri [yoğunlaştırdıkları] belediye hizmetlerini, ‘gecekondular’ adı verilen ve kalabalık kitleyi teşkil eden semtlerdeki küçük evlerinde efradını barındırmaya ve yaşatmaya çalışan vatandaşlara kadar götürmeyi lüzumsuz bir şey telâkki etmişlerdi.” Ardından da şu soru sorulmuştu: “Şehrin merkezinde ve onun çevresinde yaşayan varlıklı vatandaşlar, su, elektrik, yol ve kanalizasyon vs. gibi belli başlı belediye hizmetlerinden bol şekilde faydalanırken, diğer tarafta esas kitleyi teşkil eden hemşerilerimizin bunlardan tamamiyle mahrum yaşamaları nasıl terviç [kabul] edilebilirdi?”
Sıra DP’nin hizmetlerine gelince…
Broşürde böyle bir şeyin kabul edilemeyeceği ve edilmediği şöyle anlatılıyordu: “İşte bunu göz önünde tutarak, belediye hizmetlerini zengin olsun, fakir olsun, tüccar veya işçi bulunsun, bütün vatandaşların ayağına götürmek ve seyyanen istifadelerini temin etmek vazifesini deruhte ettik.” Bugün de ‘varyant’ olarak bilinen; Konak ile Eşrefpaşa’yı birleştiren, hakiki adı Bileşmiş Milletler olan yol, bu sırada genişletilerek bugünkü haline getirilmişti. Alsancak mahallesine ilk kez asfalt dökülmüştü.
İzmir’li olarak belirtmeliyim ki; benim çocukluğumda Alsancak’ta pek asfalt yoktu. Genellikle Arnavut taşı döşeliydi yollar. 27 Mayıs’tan sonra belediye başkanı olan Osman Kibar zamanında İzmir’in yolları asfaltlanmıştı. En azından bu faaliyetini gözlemiştim yakından belediyenin. Bu bakımdan ‘Asfalt Osman’ın ününün nereden geldiğini yakından biliyorum. DP döneminde bir yandan da Hatay caddesi açılıyordu. Kemer köprüsü genişletilmişti. Şehrin içinde pek çok köprü yapılmıştı. İnciraltı plâjı ve tesisleri inşâ edilmişti. Karşıyaka sahilinde deniz doldurularak sahil genişletilmişti.
İmâr plânı da hazırlandı
Broşürde; Karataş, Karantina, Göztepe, Güzelyalı, Üçkuyular hattının “tamamen boş” ve “havadar, manzaralı” olduğu hatırlatılarak, buraların şehre ilâve edileceğinden söz ediliyordu. Bu satırları okuyunca biraz durdum ve düşündüm. Anılarıma geri döndüm. Demek bu broşür çıktığında dünyaya gelmeme sadece iki yıl kalmıştı; benim bebekliğimde doğduğum semt olan Karantina demek böyleydi. Yalıda otururken, pek de iştahlı bir çocuk olmadığımdan, ninem deniz kenarında her defasında bir taş atma karşılığında bir kaşık yedirdiğini bana kim bilir kaç kez anlatmış olmalı ki, gayet iyi hatırlıyorum hâlâ. Broşürde bir de uyarı vardı: Bölge ikinci derecede deprem bölgesiydi; ama temel bakımından da sağlam sayılıyordu.
Yerleşim şöyle düşünülmüştü: “Bu arazinin müsait kısımları seçilerek, küçük iskân grupları şeklinde, birbirinden çözülerek tertiplenmiş, eski şehir kısımlarından yeşil sahalarla ayrılmış, tabiat içerisine yerleşmiş, küçük organik bütünler şeklinde tanzim edilmişti.” Bölgenin nüfus yoğunluğu da hektar başına 200 kişi olarak düşünülmüştü. Bu sitelerin yeşil sahaları olacaktı. Kadifekale etekleri de iskân dışı alan olarak ayrılmıştı. Evet, yanlış okumadınız; buralar yeşil saha olarak ayrılmıştı ve bölgeye inşaat yapılmayacaktı. Güzel düşünülmüş; ama bir de uygulanabilseydi keşke!
Meşhur Sarı Kışla ne olacak?
Sarı Kışla yıkılacaktı. Bu konuda gereken izinler alınmıştı. Arazisi üzerinde de “mâmur, Avrupaî bir site” doğacaktı. Konak meydanı İzmir’in “en güzel, mâmur kısmını” oluşturacaktı. Gelelim öykünün sonrasına: Sarı Kışla bir yıl kadar sonra yıkıldı. Lâkin o günden bu yana Konak meydanının nasıl düzenleneceğine ilişkin bir karara varılamadı bir türlü. Benim çocukluğumda ve gençliğimde bu alan (orada bir kışla olduğunu bile uzun yıllar sonra şaşırarak öğrenmiştim; kent hafızası açısından ilginç bir durum) ‘tarla’ olarak bilinirdi ve otobüsler ve dolmuşlar buradan hareket ederdi. Çok uzun yıllar boyunca da pespaye bir şekilde öylece kaldı. İzmir’in kültür sembolü olacak olan -halkın dilinde opera binası- olarak bilinen iskelet de, onun çaprazında uzun yıllar boyunca öylece kalakalmıştı. Bir söylentiye göre tiyatro binası olacaktı. Hiçbir şey olamadı, yıkıldı gitti.
Broşüre geri dönecek olursak; şehirde 1950 yılından beri dört binden fazla ev, iki yüz elli kadar da apartman inşa edilmişti. Altı cami, iki de hastane yapılmıştı. Alsancak Hocazade camii bunlardan biriydi. İki de kilise inşası söz konusuydu. Trafik yoğunluğu da artmıştı; bunun için bazı yerlere trafik lâmbaları bile konulmuştu. Hatırlıyorum da, çocukluğumun son basamaklarında şehre konulan renkli trafik lâmbaları şehrin Avrupaîliğine kanıt olarak görülmüştü. Bu arada, “demode ve iptidaî tramvaylar” kaldırılmıştı; yerine “dünyanın en güzel, sağlam ve konforlu nakil vasıtası troleybüs” konulmuştu. İlk hat, Konak-Güzelyalı hattı idi. Troleybüsler İzmirli olarak hayatımızın ayrılmaz bir parçasıydı elbette. Zaten İzmir’de belediyenin kısa adı olan ESHOT kısaltmasındaki son harf olan (T) troleybüsü işaret ediyordu. Gerçekten de rahattılar. Lâkin zaman zaman boynuz tâbir edilen yukarıdaki elektrik tellerine bağlanan kulakları çıkar; biletçiler (sahi o zamanlar otobüslerde biletçiler de olurdu) aşağı iner ve arkaya geçerek, onları tellerini tutarak dikkatle yeniden yerlerine takarlardı. Yola devam edilirdi böylece. Yetmişli yılların başında üç yıl boyunca Alsancak’tan Köprü’ye koleje böyle gidip gelmiştim. Bilet fiyatı da öğrenci yirmi kuruştu.
Fuarın müşterisi hep boldu
Madem ki, yazıya fuardan başladım; fuarla ilgili bir istatistik vermeden olmaz o halde: 1950 yılında bir ay açık kalan fuara biletle girenlerin sayısı 1.337.000 kadardı. Bir sonraki yıl bu rakam bir buçuk milyonu geçmişti çoktan. 1952 ve 1953 yıllarında bir milyon yedi yüz bini aşmıştı.
Behçet Uz’un hayat hikayesi
1931 yılında İzmir’e belediye başkanı olan Behçet Uz’un şehre hizmetlerinin yeterince hatırlanmadığını zaman zaman görmek gerçekten de üzücü. Son zamanlarda ailesinin gayretiyle hâtıralarının ses kasedine kaydedilen kısımlarıyla bizzat kaleme aldığı notlar, bir de aile üyelerinin katkılarıyla birleşince, Ece Sakar tarafından yayına hazırlanan “Bir Kentin Yeniden Doğuşu” kitabı da ortaya çıkıvermiş işte… Ben şahsen Behçet Uz’un belediye başkanlığı sonrasındaki politika hayatının başarılı olduğu kanısında değilim. Özellikle İkinci Dünya Savaşı yıllarında Ticaret Bakanlığı’ndaki görevi onun açısından gerçek bir talihsizlik sayılabilir. Recep Peker Hükûmeti döneminde sağlık bakanlığındaki başarısı hakkında bir şey söyleyebilecek durumda değilim. Ama bu kadar kısa süreli bir hükûmette elbette elinden fazlaca bir şey gelemezdi. Yoksa çok başarılı bir hekim olduğunu, bizzat İzmir’de çocuk doktoru olan babam Dr. Sıtkı Koçak’tan dinlemişliğim vardır. Babamla bayağı yakın ahbaplarmış. Babam da mecburi hizmetinden sonra çocuk doktorluğu ihtisasını almak için asistan olarak sonradan Behçet Uz Çocuk Hastanesi olarak ünlenecek olan hastaneye gelmiş; İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden hemen sonra.
Babamın anlattığı
Hatta babamla ne zaman İzmir’de birlikte kısaca ‘heykel’ olarak anılan Cumhuriyet meydanından, eski Efes otelinin önünden geçsek, bir an durur ve Behçet Uz ile olan anısını aktarırdı. O zamanlar bölge yangın yeri olarak hâlâ Uz’un imâra açılmasına gayret ettiği bir yer olduğundan; babama “doktor, senin biraz paran vardır” deyip; bugün Efes otelinin de bulunduğu ve çocuk hastanesine kadar olan parseli işaret edip, ‘şurayı da sen alıver” dediğini hep aktarırdı. Babam da, Uz’un parasına göz diktiğini, kimsenin talip olmadığı berbat bir yeri kendisine gayet ucuz bir fiyatla da olsa satmaya çalıştığını düşünerek, bu işten uzak kalmak için epey gayret gösterdiğini gülerek anlatırdı. Sonra, bu öneriyi dinlemediğinden, parseli almadığından epey pişman olarak, “alsaydım fena olmazdı’ derdi. Şimdi bu öyküyü İzmir’i gezdirirken bir zamanlar kendi çocuklarıma anlattığım gibi, umarım ailemizin müstakbel genç üyelerine de aktarma fırsatı bulabilirim!