Baro seçimleri bir kez daha gösterdi ki Türkiye’de okuma yazma düzeyi yükseldikçe demokratik değerlerden uzaklaşma düzeyi de yükseliyor.
En kesin inançlı, kendisi gibi olmayana karşı en tahammülsüz insanlar, genellikle en okumuş yazmış olanlardan çıkıyor.
Düşünüyorum da, oy verenlerin hepsi hukukçu olsaydı Türkiye çok partili hayata bile geçemezdi.
Ama neyse ki bugün en azından demokrasinin “bir insan bir oy” ilkesi geçerli, çoban ile üniversite hocasının oyu eşit de, resmi eğitimin zararlarından bir nebze korunabiliyoruz.
**
TESEV’in 2007’deki “Yargıda Algı ve Zihniyet Kalıpları” araştırmasının sonuçlarını hatırlayın, yargı mensupları için devlet hukuktan önce geliyordu.
Liberal Düşünce Topluluğu’nun 2003’teki “Türkiye’de İnsan Hakları ve İfade Özgürlüğü” araştırmasının sonuçları da aynı yöndeydi: Düşünce, ifade, din ve vicdan, azınlık hakları gibi konularda “sokaktaki vatandaş” hukukçulardan daha özgürlükçü bir yerde duruyordu.
**
Türkiye’de kitleler ırkçı ve ayrımcı partileri iktidara getirmiyor. Ama “eğitimli” seçkinler onları baro başkanı ve rektör seçebiliyor.
Resmi eğitimin tornasından geçenler, o yapısal adaletsizlikle bütünleşenler, sınıfsal ve mesleki ayrıcalıklar elde edenler, kenar mahalleden gelenlere kapı açan demokrasiden de hazzetmiyorlar.
Bu yüzden de, tercih yapabildikleri her yerde, baro ve oda seçimlerinde, ellerinden geldiğince otoriter yönelimli ve statükocu adayları ve ekipleri tercih ediyorlar.
Son olarak İstanbul Barosu seçimlerinde de öyle oldu. Adil yargılanma hakkını Ergenekon sanıkları için hararetle savunan ama Kürtçe savunma hakkına karşı çıkan ve başörtülü avukatların mesleğini yapmasını engelleyen eski yönetim, baro seçiminden ezici bir çoğunlukla galip çıktı.
**
Açık ki, sadece hukukçusu değil, doktoru, mühendisi, akademisyeni ve bürokratıyla özellikle eski kuşak, bugün orta yaş üstünde olanlar, sağcısı ve solcusuyla daha tahammülsüz, daha seçkinci ve daha Kemalist oluyor.
Halk her seferinde daha özgürlükçü siyasi alternatifleri tercih ettikleri sürece çok da fazla bir sorun olarak görülmeyebilir bu. Sonuçta zaman geçiyor, dünya değişiyor ve doğal seleksiyon kuralı işliyor; yeni olan eskiyi, güçlü fikir zayıfı sahneden çıkarıyor.
Dolayısıyla biraz bekleyebilirsek, belki bir on yıl içinde, tabii bu sürede hukuk fakültelerinin müfredatı değişip, teknik hukuktan önce, insanın dokunulmaz devredilmez hakları olduğuna ilişkin alternatifler de öğretilirse, Ümit Kocasakal’ın seçmeninin de azalması söz konusu olabilir.
Ama insan hakları söz konusu olduğunda bunu bekleyemeyiz. Türkiye’de bir türlü uygulanmayan ayrımcılık yasağı barolar için de geçerlidir. Kimse, ayrımcılığa maruz bırakılanlara da “sabredin” diyemez.
Eğer bugün barolar, kamu kurumu niteliğindeki meslek örgütleri ayrımcılık yapıyorlarsa, bunu engellemek en başta parlamentonun görevidir.
Korporatist ve faşist sistemler örnek alınarak oluşturulan bu örgütlerin yapısını değiştirmek zorundayız.
**
Ne yapmalı?
Liberal Düşünce Topluluğu bünyesinde hazırlanan, “Türkiye’de Kamu Kurumu Niteliğindeki Meslek Kuruluşları, Sivil Toplum ve Demokrasi” başlıklı rapor, evrensel tecrübeyi de göz önüne alarak, bu kuruluşların nasıl yeniden düzenlenmesi gerektiğini anlatıyor. (Bkz. http://liberal.org.tr/incele.php?kategori=MTY=&id=NzEx).
Yeni anayasada meslek kuruluşları anayasal bir kurum olmaktan çıkarılmalı, üyeliğin gönüllü olduğu, örgütlenme özgürlüğünün ve çoğulculuğun teminat altına alındığı özel hukuk tüzel kişiliklerine dönüştürüleceği bir model kanunla düzenlenmelidir” diyor.
Meslek örgütlerinin üyelerinin hakları da, anadilde savunma hakkı da, ifade, din ve vicdan özgürlüğü de Mussolini İtalya’sından ilham alınarak dizayn edilmiş örgütlerin insafına bırakılamaz.
Zamana da.