Cumayı Cumartesiye bağlayan gece İstanbul’da başlayan, çok sayıda şehrimize de yayılan protesto gösterileri hepimizi bazı konular üzerinde düşünmeye sevketmeli.
Bugün gazetede “Eğitim” yazısı yazma günüm ve bu disiplinden de vazgeçmek istemiyorum.
Cuma gecesi başlayan olayların ve özellikle de bu olaylara siyasetin, bürokrasinin verdiği tepkilerin de “eğitim” konusuyla çok yakından ilintili olduğunu düşünüyorum.
“Eğitim” temelli sorunları aşmak da öyle sanıldığı kadar kolay değil, bu noktayı Cuma gecesi çok daha net gördüğümü zannediyorum.
Bürokrasinin olaylara bazı tepkilerinin sadece siyasetin yanlış yönlendirmesinden kaynaklandığını düşünmüyorum, bu tepkiler ağırlıklı olarak seneler içinde, hem aldıkları eğitimden, hem de meslek içi şartlandırmalardan kaynaklanıyor.
Cuma akşamı, İstanbul trafiği o saatlerde malum nedenlerden çok tıkalı, Yeşilköy’den Kadıköy’e araba kullanıyorum, araba radyosu sayesinde bu trafik azabı daha çekilebilir hale geliyor.
Radyodan da İstanbul’un en önemli üç yöneticisinin, Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Kadir Topbaş, İstanbul Valisi Sayın Hüseyin Avni Mutlu ve İstanbul Emniyet Müdürü Sayın Hüseyin Çapkın’ın yaptığı basın toplantısını dinliyorum.
Yaklaşık bir saat süren basın toplantısında İstanbul’un üç yöneticisi yaptıkları konuşmalar esnasında, çok dikkat çekici idi, çok düşündürücü ve rahatsız edici idi, yaklaşık yüz defa “istismar” kelimesini kullandılar.
Sıradan bir vatandaş olarak elimde istihbarat yok, olamaz da, kim kimi istismar ediyor bilemem ama, yaşım, tecrübem gereği çok iyi bildiğim bir konu toplumsal olaylara “istismar” kavramı temelli yaklaşanları tarihin haksız çıkardığıdır.
Kürt meselesi 1984 sonrası sıcak çatışmaya döndüğünde devlet ağzı kullanan kesimlerin çok büyük bir bölümü kürt gençlerin, kürt köylülerin birileri tarafından, bunlara bazı yabancı devletler de dahil, “istismar” edildiklerini yazdılar, çizdiler, söylediler.
Bu devlet ağzını kullananlar kürt meselesinin “istismar” kavramının boyutlarını çok aşan bir içeriği olduğunu anlamadılar, kabul etmek istemediler.
Bu vahim yanlışlık nedeniyle on binlerce vatandaşımız öldü, bugün gelinen nokta malumumuz.
Aynı devlet ağzı, türban, başörtüsü zulmü konusunda da karşımızda idi; gencecik, başarılı genç kızlar üniversite hayatlarını kendi oldukları gibi geçirmek, yaşamak istedikleri için bu devlet ağzı birilerinin, bazı siyasetçilerin, bazı devletlerin bu kızları “istismar” ettiklerini iddia etti.
Bu mantık on binlerce kızın öğretim görmesine engel oldu, temel hak ve özgürlükleri ellerinden alındı ama gün geldi, hesap döndü, şimdi en keskin başörtüsü karşıtları dahi eski pozisyonlarından utanıyorlar.
Bugün de önümüzde başka bir sorun var, aynı devlet ağzı yine devrede, bir saatlik basın toplantısında en azından yüz kere “istismar” kavramı kullanılıyor.
Tekraren ifade ediyorum, meselenin bir boyutu da “istismar” olabilir ama kamu yöneticilerinin işi, temel işi istismar temelli, gerekçeli bir uygulama olamaz, kamu yöneticisi rahatsızlığı anlamak ve protesto eden vatandaşa, hukuk içinde, medeni bir biçimde davranmak için vardır.
Bu süreçte beni en çok ilgilendiren meselelerin başında kuşaklar boyu kamu yöneticilerinin ortak bir ağza sahip olması geliyor.
Kürt meselesinde de, türban meselesinde de, Taksim meselesinde de farklı kamu yöneticileri aynı ağzı kullanıyorlar.
Bu “ağız” acaba nerede öğreniliyor, nerede öğretiliyor?
Belki bugün yeri değil ama yazımı bir siyasi değerlendirme ile kapatacağım; rahmetli Hrant Dink AK Parti’nin siyasi yükselişini, kalleş “seferberlik” cinayetinden hemen önceki günlerde, bu partinin iktidarda iken bile toplumsal muhalefeti sürdürmesine bağlıyordu.
Şuna, biraz da üzülerek, emin olduğumu söyleyebilirim, AK Parti’nin yerel yöneticileri ve bürokratları bu devlet ağzını benimsemeyi sürdürdükleri sürece bu ağız AK Parti’nin kuruluş misyonu ile çelişecektir; bu millet devlete korku kokulu bir saygıyla yaklaşır ama devlet ağzını sevmez.