AK Parti milletvekilleri arasında yapılan ankette Başbakan Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı için en uygun aday olduğu görüşü ağırlık kazanmış... Başbakan dışında hangi isimlerin yer aldığını nedense merak eden çok olmadı; basında milletvekillerine böyle bir soruyu yönelten muhabir de görmedim...
Yalnız, aynı gün, Başbakan Erdoğan’ın ‘Cumhurbaşkanı olursam tüm yetkilerimi kullanırım’ dediğini birçok kanalda defalarca alt yazı olarak geçerken okudum. Evet, olması gereken oluyor; halkın seçtiği, yetkilerini, halkın kullanmasını da istediği bir Cumhurbaşkanı esasında fiili olarak yarı başkanlık sistemine geçmemiz anlamına gelir.
Eğer ki böyle olacaksa Abdullah Gül’ün Başbakan olması ya da Başbakan olacağım diye ısrar etmesi hem memleket için hayırlı bir şey olmaz hem de kendisine de yakışmaz bence... Çünkü böyle bir durumda icracı Başbakan’ın, -eğer ki Cumhurbaşkanı ile çatışmak ve ülkeyi kilitlemek gibi bir niyeti yoksa- Cumhurbaşkanı’nın tüm yetkilerini kullandığı halde, tüm stratejik kararlar için onu takip etmesi, burada sorun çıkarmaması gerekir. Kaldı ki, bakanlar kurulu da büyük bir ihtimalle -Cumhurbaşkanı’nın yetkilerini tam kullanacağına göre- Cumhurbaşkanı tarafından belirlenecektir. Tıpkı Başbakan’ın nihai olarak belirleneceği gibi...
Ekonomide ‘eksen’ kayması
İşte bu tablo ortadayken, niye herkes karnından konuşuyor; anlıyorum sizi, ama bu alışkanlıktan vazgeçmek lazım artık. Çünkü bırakın Türkiye’nin bundan sonraki siyasi yolunu ve dış politikasını, yalnız ekonomiye baktığınızda bile, Abdullah Gül’ün Başbakan, Erdoğan’ın da halkın desteği ile ‘yetkilerini tam kullanan’ bir Cumhurbaşkanı olması halinde her şeyin bir anda ‘kilit’ olacağını görürsünüz. Türkiye’nin yeni ekonomik yolunu anlatan yüzlerce yazı yazdım, çoğu da bu sayfada yayınlandı. Bunlara tekrar göz attığınızda şunu görürsünüz; Türkiye, Başbakan Erdoğan’ın ısrarı ve iradesiyle 2008’den beri çok özgün ve yeni bir ekonomi politikasını adım adım örüyor.
AK Parti, 2001 krizinden sonra, iktidara geldiği ilk yıllarda, geleneksel sol akımlar, özellikle Ali Babacan ve daha sonra Mehmet Şimşek’le şekillenen ve krizi geçiştirmenin ön plana çıktığı politikalar için AK Parti’yi ‘neoliberal’ yoksullaştırıcı ekonomi politikalarını uyguluyor diye eleştiriyorladı. Her AK Parti karşıtı konuşma, yazı ‘neoliberal, politikaların tavizsiz uygulayıcısı, tekelci sermayenin sözcüsü AKP’ diye başlıyor ve devam ediyordu. Bu basmakalıp cümle ile başlayan, medya ve akademide, binlerce makale bulabilirsiniz. Ben böyle başlayan doktora tezi bile gördüm.
Başarılı bir Bakan!
Ancak 2009’daki büyüme düşüşünden sonra, hem IMF gölgesinden kurtulmanın etkisi hem de Başbakan’ın barış sürecinin ekonomik altyapısını oluşturmak için hız verdiği yatırım silsilesi, 2010 ve 2011’de sanayiyi ve buna bağlı Anadolu ihracatını öne çıkaran yeni bir dönemi başlattı. Liberal iktisadı tavizsiz uygulamanın biricik amentü olduğu küresel bir yatırım kurumundan gelen Mehmet Şimşek bile; ‘bütçe uygulamalarında çok başarılı oluyoruz; faiz dışı fazla verdiğimiz her kuruşu altyapıya, eğitime, sağlığa harcamaktan çekinmeyeceğiz’ diyordu. Başbakan’ın siyasi iradesi ve gücü, Maliye Bakanı’nı Wall Street’ten alıp, ait olduğu yere, Batman’ın yoksul sokaklarına götürmüştü. İşte ben bütün bu süreçte Mehmet Şimşek’i çoğu kere takdir ederek izledim ve açık söylüyorum çok sevinerek de izledim; ama sayın Bakan da takdir eder ki, bunda Başbakan’ın etkisi yabana atılmaz. İşte, özellikle 2010 büyümesi AK Parti’ye 2011 seçim sonuçlarını hediye etti. 2011’i belirleyen iki önemli etki vardı; 2010 Anayasa referandumu ve değişikliği ve 2010 büyümesi... Bu büyümenin, önceki yıllardan çok farklı olduğunu, belki biz iktisatçılar anlamadık ama esnaf, çalışanlar yani Türkiye’nin yükünü çeken büyük kesim anlamıştı ve bu kesim, eskiden hiç kullanmadığı iki alanı da çok yoğun kullanmaya başmamıştı; sağlık hizmetlerine konforlu, hızlı ulaşım ve havayolu ulaşımı...
Diyarbekirli muslukçu Ahmet!
Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile ilgili şöyle bir örnek verilir: İnsanlar Moskova’dan Kiev’e 10 rubleye uçuyorlardı ama evlerindeki musluk bozulduğunda bir ay muslukçu bekliyorlardı; çünkü küçük özel mülkiyet ve iş sahipliği yasaktı ve muslukçuluk bile devletin elindeydi. İşte 2010’dan itibaren Türkiye’de şöyle bir şey olmaya başladı; İnsanlar İstanbul’dan Diyarbakır’a hem 50 liraya uçuyorlardı hem de evlerindeki musluk bozulduğunda mahallede, barış süreciyle birlikte, askerden dönerek dükkan açmış, mahallenin çocuğu Ahmet’i çağırıyorlardı.
Türkiye, özellikle 2013 itibariyle, yeni bir ekonomi politikasına girdiğinin işaretlerini vermeye başladı ki, bu, esasında 2008’de IMF’nin kovulması ve GAP Eylem Planı ile ortaya çıkmıştı. Bu yeni ve özgün gelişmeyi, Batı’da neoliberal paradigmanın vazgeçilmez mutlak olduğunu çıkarları gereği, uzun müddettir bağıra bağıra savunan çevreler hemen farkına vardı ve ‘Türkiye Erdoğan’la nereye gidiyor’ diye sormaya başladılar; hatta buna ‘Erdoganomics’ ismini taktılar. Tabii ekonomideki bu ‘eksen’ kayması Davutoğlu ile somutlanan yeni dış politika ile birleşince ABD’deki neocon tayfası, Almanya’nın 4. Reich peşindeki geleneksel sermayesi ve tabii Londra’da işi bitmiş askeri-sanayi tarihi bloğun kirli finansını yöneten trilyonlarca dolarlık fon ve banka sermayesi hep birlikte ayağa kalktı; Erdoğan ve Davutoğlu’nun kellesini isteriz diye... Sonra ellerinin altındaki bütün ‘iç’ güçleri 2013 Mayıs’ından beri devreye soktular. Türkiye’nin bütün sinir uçlarına basıp, ayağa kalkma ihtimali olan bütün dinamiklerine ameliyat yapmaya kalktılar.
Yok aslında farkınız!
İşte bütün bu süreçte, 2002’den beri ‘ AKP küresel sermayenin, neoliberal politikalarının tavizsiz uygulayıcısı’ diye ‘muhalefet’ yazılarına başlayan ittihatçı ‘sol’ bu kalıbı kullanamaz oldu. Çünkü neoliberalizmin gelmiş geçmiş ve gelecek tek mutlak gerçek olduğunu anlatarak güne başlayan Berlin, Londra, Washington merkezli çevreler, Erdoğan’a onlardan daha fazla düşmandı ve bu gerçekten ‘açıklanamaz’(!) bir durumdu. Bu durumda yalan ve demogoji devreye girdi. Şunu söyleyebiliriz: Sistemin esasında başından beri sol ya da sağ olarak tarihi ideolojik bombardımanla yarattığı bütün siyasi yapılar, bu sistemik değişim karşısında hızla aynı yere doğru konsalide oldular ve bütün ayrımlarını kaybettiler. Böylece, ‘Türkiye Türkler’indir’ diyen gazetenin ‘efsanevi’ lümpen ırkçı başyazarı ile, şimdiye değin solun ‘birikimini’ taşıdığını sandığımız başyazar arasında bir fark kalmadı.
Esas...
Şimdi esasa gelelim; hal böyle olunca; bu büyük değişimi yapmaya cesaret ederek ‘müesses nizam’ın ayarları ile oynayan adam, ‘ben Cumhurbaşkanı seçilirsem bütün yetkilerimi kullanırım’ diyerek meydan okuyorsa...
Burada, şimdiye kadar ‘durumu idare eden’ hatta gücünü, liberalizmin tek mutlak olduğunu sananların dünyasına yaslanarak koruyacağını sanan bir 2. Adam olamaz. Kimse ‘nezaketen’ karnından konuşmasın, yeter artık!