Osmanlı bürokrasisinde bir dönem geldi ki liyakat ile taltifin yerini, iltimas ve ciddiyetsizlik aldı. Musul’a tayin edilen torpilli bir vali, halkı öyle çileden çıkarmıştı ki, hiciv ustası Şeyh Rıza Talabani, isyanını bir dörtlük yazarak ifade etti.
19. asrın ikinci yarısında Osmanlı merkezi idaresi, önemli makamlara bazen yaşı geçkin eski bürokratları tayin ederek bazen de hiç dil bilmeyen memurları hatırlı kişilerin araya girmesiyle yurt dışında vazifelendirerek devlet ciddiyetinden uzak bir görüntü çizmişti. Bahsedilen bu duruma iki ibretlik örnek verelim:
Paşa da derman olmadı
Sultan II. Abdülhamit devrinin sonlarına doğru Musul Valiliğine doksan iki yaşında, romatizmaları yüzünden neredeyse yatağa mahkûm olmuş Müşir Arif Paşa’nın tayin edilmesi, yerel halkın tepkisini çekmişti zira bölge tam bir cadı kazanıydı ve aşiret isyanları nedeniyle huzur kalmamıştı. Kerkük’te ikamet eden ve Kürt edebiyatının hiciv alanındaki en önemli şahsiyeti olan Şeyh Rıza Talabani, Musul’a genç, kudretli, her işe koşacak, azimli bir vali gerekirken Müşir Arif Paşa’nın tayin edilmesini doğru bulmayan isimlerin başında geliyordu. Korkusuzca yazdığı hicivleriyle şöhret kazanan Talabani, geçmişte General Towsend’i eleştirmekten mahkûmiyet almış, yattığı cezaevinin müdürünü de ağır bir şekilde hicvedince küçük bir kasabaya sürülerek göz hapsine alınmıştı. Başı sürekli Osmanlı bürokrasisiyle dertte olan Şeyh Rıza Talabani, Musul’a yapılan son tayin ile ilgili şikâyetlerini iletmek için soluğu bu sefer İstanbul’da aldı. Sadrazam Avlonyalı Ferit Paşa ile görüşüp durumu epeyce izah eden Şeyh Rıza, hiçbir netice alamayınca ümitsizliğe kapıldı ve memleketine geri dönmek zorunda kaldı. Merkezi idarenin aldığı bu yanlış kararı Talabani yazdığı şu dörtlükle hicvetmişti.
“Yaşı yüzden mütecaviz ne eder bir vali / İşte bundan bozulur memleketin ahvali Mülk ihyasına bir meyyiti (ölüyü) eyler memur / Aferin kuvve-i idrakine Bâb-ı Âli”
Paris’te lisan fukarası elçilik katibi
Tanzimat’tan sonra merkezi idarenin, dil bilmeyen memurları hatırlı kişilerin araya girmesiyle yurt dışında vazifelendirmesi de, maalesef bürokraside yaşanan bir diğer olumsuzluktu. Bu şekilde tayin edilenlerden biri Kapı Kethüdası Hüsamettin Efendi’nin oğlu Selahattin Bey’di. Fransızca bilmemesine rağmen Paris Elçiliğine kâtip olarak gönderilmişti. Göreve başladıktan sonra kendisine, İmparator Üçüncü Napolyon ile bir tanışma durumu hâsıl olursa nasıl davranacağı anlatılmış, Napolyon’un genellikle küçük memurlarla tanışırken sorduğu sorular ve cevapları Fransızca olarak ezberlettirilmişti. Selahattin Bey; Üçüncü Napolyon “Buraya gelmekten memnun musunuz?” diye sorarsa “Oui Sire” (evet efendimiz); “Bir sıkıntınız var mı?” diye sorarsa da “Non Sire” (hayır efendimiz) diyecek şekilde uzun süre çalıştırıldı. Lakin Selahattin Bey’in, Fransa Büyükelçimiz Reşit Paşa’nın oğlu Cemil Bey tarafından Napolyon’a takdim edildiği gün işler hiç de beklenildiği gibi gitmedi. İmparator, Selahattin Bey’e biraz da muhabbet amaçlı kendisinin Selahattin Eyyubi’nin soyundan mı olduğunu sorunca trajikomik bir durum yaşandı. Bu soruyu beklemeyen Selahattin Bey, önceden öğrendiği kelimeleri art arda tekrarlayınca gülüşmeler yaşandı, kimse ne yapacağını bilemedi. Durumu düzeltmek de Cemil Bey’e kaldı.