Biliyorum; uzun yıllardan beri İstanbul’un kıymetini bilmeyip de, onun tarihî ve doğal güzelliklerini yıkıp yaktığımızdan dolayı şikâyetçi olan kimbilir kaç nesil gelip de geçti? Bir de yetmiş yıl önceki şikâyetlere kulak verelim mi?
Gayrimenkûl Malsahipleri Derneği, 1947 yılında yayınladığı “İstanbul Belediyesi Müstakil Olmalı ve Reisi de Halk Tarafından Seçilmelidir” broşüründe, ilginç taleplerde bulunmuştu. Talepler, elbette bir takım şikâyetlerle temellendirilmişti. Broşürün alt başlığı ise, “İstanbul belediyesi nasıl idare edildi?” şeklinde düzenlenmişti. Evet, iyi bildiniz, İstanbul belediyesine yönelik eleştirilerin temel meselesi, belediye başkanının doğrudan seçilmemesi üzerine kurulmuştu.
Ankara ve İstanbul belediye başkanları
Yasa, bu iki belediye başkanlığı için özel bir istisna hükmü içeriyordu. Diğer bütün belediye başkanları, seçimle gelen belediye meclis üyeleri arasından ve yine bu meclisler tarafından seçilirken; bu iki büyük kentin belediye başkanları atama ile işbaşına geliyorlardı. Vali, aynı zamanda kentin belediye başkanı da idi. Bu uygulama, muhtemelen Cumhuriyet yönetiminin bu iki büyük kenti daha kolay denetleyebilmek isteğinden doğmuştu. Uzun yıllar boyunca bu uygulama sürdü.
Ama itiraz var!
Tek partili dönemin sona ermesinden hemen sonra itirazlar da sökün etmişti. Söz konusu broşür, bu itirazların bir özeti niteliğindedir. Broşürü kaleme alanlara göre; bu uygulama, İstanbul şehrinin imârına sekte vurmuştu. Bu nedenle İstanbul ‘kaybedilmişti; kaybedilmekte’ydi. Bu satırları okuyunca, her neslin, İstanbul nostaljisini yeniden nasıl oluşturduğunu da anlamak mümkündür. Adeta her nesil; yıkımın, kendi döneminde ya da en kötü ihtimalle bir öncekinde başladığını düşünebilir; ama tarihçilerin görevi; sorunların kaynağının çok daha eskilere uzandığını hatırlatmak olmalıdır!
Talep basitti: “Asırlık tarihî âbidelerin yükseldiği İstanbul’umuzun meşhur tabiat güzelliğine, medenî bir şehrin iktisadî, içtimaî ihtiyaçlarını kavrayan canlı bir şirinlik ilâve edilmiş olduğunu görmek” herkesin otak arzusuydu elbette… Şimdiye kadar buna benzeyen kimbilir kaç cümle okumuşsunuzdur! Ama bunun için belediyenin “halkın kayıtsız kontrolüne tâbi” olması lâzımdı. Dolayısıyla yasa değişmeli ve belediye, hükûmetten bağımsız olmalıydı.
Hükûmetin atadığı “memur” belediye başkanları, yani valiler, şehre hiçbir şey katamamışlardı. Mevcut bütçe imkânları da çarçur edilmişti. Bunun nedeni, ‘memur vali ve belediye başkanı’nın halka değil de, üstlerine hizmet etmeyi tercih etmesiydi.
Zabıta YOKKEN…
Keşke belediye zabıtası işe yarasaydı diye devam ediyor broşürün eleştirileri… Kentte seyyar satıcılar için olsun, ulaşım araçları için olsun, başı boşluk almış başını gidiyordu. Gıda maddelerinin fiyatları denetlenmiyordu. Sokaklarda sıhhî olmayan yiyecekler serbestçe satılabiliyordu. Hiçbir alanda belediye denetimi görülemiyordu. İşte bu sebeple de, “İstanbul, memleketin bütün şehirlerinden en pahalı bir şehirdi.” Oysa etkili bir denetim sayesinde İstanbul, düzen, ucuzluk, kolaylık ve temizlik bakımından birinci olabilirdi. Bütün bu lüzumsuz masraflar için İstanbullular, vergilerini ödeyebilmekte de belediyenin bin bir çeşit zorluğuna katlanmak zorunda kalıyorlardı. Taksilere gelince… Her takside bir taksimetre vardı elbette; ama taksimetrenin gösterdiği ücretle seyahat etmek imkânsızdı! Taksi ücretleri de çok pahalıydı. Zaten bu taksiler, bol benzin yakan ve ekonomik ömrünü tamamlamış arabalardı. Hem nakliye ücretini artırıyorlardı; hem de ülkenin dövizini boş yere harcamış oluyorlardı. Bu arabaların piyasadan çekilip; yerlerine daha ucuz ve ekonomik arabaların gelmesi sağlanmalıydı. Hatta o kadar ki, bunca yıl içinde taksilerin ülkeye maliyetleri ile köylerde çok sayıda okul yapımı bile söz konusu olabilirdi!
BELEDİYEYİ ELEŞTİRMEK SERBEST
Tek parti iktidarı boyunca yayınlanan gazetelerin koleksiyonlarını okurken; gözüme çarpan bir husus da; belediyelere yönelik açık eleştiriler olmuştu. Gazetelerin olsun, yazarların olsun, CHP iktidarını ya da yöneticilerini eleştirebilmesi; hattâ bu konuda bir imâ da dahi bulunabilmesi elbette mümkün değildi. Ama hayatın gerçeklerinden bu kadar uzak durulamazdı da… Özellikle tiraj sıkıntısı içinde olan basın açısından her defasında iktidarın sesini duyurmak zorunda kalması, elbette güç bir durumdu.
Oysa, yerel yönetimlere yönelik eleştiriler bir ölçüde serbest bırakılmış gibiydi. Özellikle İstanbul belediyesine yönelik eleştiriler dikkat çekicidir. Ankara belediyesine yönelik eleştiriler daha geri plandaydı. Elbette bu, basının iktidarın yerel düzlemdeki etkinliklerini açıkça, serbestçe ve hatta sertçe eleştirebilmesi anlamına da gelmiyordu. Fakat hiç olmazsa, makro politikada görülen ‘tek ses’ olma özelliği; yerel yönetimlerde biraz daha ılımlı bir şekle bürünebiliyordu. Bu bakımdan kent tarihçileri, eski basın koleksiyonlarında işlerine yarayabilecek çok sayıda haber, yazı, yorum ve belki de daha önemlisi fotoğraflarla karşılaşabileceklerdir.
Elbette rejimin değişmesinden ve yeni yeni partilerin kurulmasından sonradır ki; elimizdeki broşürde olduğu gibi; çok daha net ve keskin eleştiriler sıralanmaya başlanabildi. Bu broşürün en önemli özelliği ise; belediyenin faaliyetlerini yalnızca belediye başkanının ya da yetkililerin beceriksizliğine atfetmemesidir. Aksine, mesele, bir sistem ve anlayış meselesiydi. Belediye başkanları, halk tarafından doğrudan seçilmediği sürece; ‘memur’ anlayışıyla başkaca bir netice almak mümkün olamazdı. Bu bakımdan yapılması gereken ilk iş; becerikli ve yetenekli bir belediye başkanı bulmaya çalışmak değil; tam aksine, halka karşı sorumlu bir belediyecilik anlayışının ortaya çıkmasıydı. Bunun sağlanması için de ilk adım; belediye başkanının halk tarafından doğrudan seçilmesi olmalıydı.
Hakkaniyetli olmak gerekirse; broşürde bir önemli husus atlanmış gibi görünmektedir. Diğer yerlerde belediye başkanları belediye meclislerince seçiliyor olmalarına rağmen; acaba bu belediyelerde işler nasıl yürüyordu sorusuna bir yanıt aranmamıştı. Hatta bu soru sorulmamıştı bile! Sorunun yalnızca seçim meselesine indirgenmesi; kanımca çok karmaşık ve çok boyutlu bir meselenin yalnızca bir noktasına ışık tutmaktadır. Yine de ‘mal sahipleri’ne de haksızlık etmemek gerekir: Unutulmasın ki; 1947 yılında seçim ve elbette dürüst seçim yapılmaması; ülkenin içinde bulunduğu pek çok sorunun nedeni olarak görülüyordu.
LEVENT İSTENMEMİŞTİ
BroşÜ̈r, bu ‘teorik’ açıklamadan sonra sorunu somut eleştirilerle açıklamaya çalışıyordu: Buna göre; belediye başkanının otomobiline yılda dört bin lira tahsisat çıkarılmıştı! Bununla sınırlı değildi tabiî ‘saltanat’; belediye başkanının evi tefriş ediliyor, evin bütün masrafları karşılanıyordu. Bunun için yıllık onüç bin lira daha tahsisat ayrılmıştı. Belediyeye ayrılması gereken kaynaklar, bu şekilde önce başkanına ayrılmış oluyordu. Bunca masrafa rağmen belediye başkanı, yarı gü̈nü̈nü̈ de valilikte geçiriyordu. Çünkü̈, ikili bir görevi vardı. Ve tabiî her iki iş de aksıyordu.
İmâr planı mı dediniz?
Bu kadar da değildi şikâyetler… Yasaya göre, belediye bütçesinden çalışanlarına tahsis edilebilecek miktar, toplam bütçenin yüzde 30’unu geçemeyecek iken; pratikte belediyenin bütün bütçesi çalışanlarının maaşına ayrılmış gibiydi. Bunun nedeni de, belediyede gereğinden fazla memur ve mü̈stahdem çalıştırılmasıydı. Broşürde bakınız imar hakkında ne deniliyor: “Halk, şehir içinde çiftlikte bina yaptırır gibi dilediği şekil ve irtifada binalar yaptırmaktadır. İki buçuk kat yapılması icâb eden sokaklarda üç dört beş katlı binalar yapılmıştır.” “şehirde plansız programsız tarzda yapılan yüz binlerce liralık işler, şahsî emirlerle yıkılmış; belediye bü̈tçesi israf edilerek, yü̈z binlerce lira sarf edilmek suretiyle yıkılan yerler, tekrar ve yeniden yapılmıştır.” Şimdiki zamanda kentin iş hayatının merkezlerinden biri olan Mecidiyeköy’e gelince… “Beheri otuz sekiz bin liraya mal olan villalarla sü̈slenmiş bir Meciyeköyü̈ faciası vardır.” İkinci Dü̈nya Savaşı’nın getirdiği fakirlikten sonra; belediye, başka bir işi yokmuş gibi, “mü̈reffeh bir halk sınıfına kâşâneler” yaptırmıştı! Oysa, “fakir ve muhtaç halk tabakası için ucuz kiraya verilecek binalar” yapılması gerekirken (TOKİ’den mi söz ediliyor yoksa?) tam aksine “zenginlere villalar” yaptırılmıştı! Broşür, bu durumu protesto ediyor ve Mecidiyeköy’de kırk “zengin aile” için lüks villalar yapımını eleştiriyordu. Oysa; bunun yerine; “şehrin göbeğinde parke kaldırımı; elektriği, su şebekesi yapılmış caddeler ü̈zerine aynı parayla dört yü̈z ailenin ikâmetine mü̈sait ve işyerlerine nakil vasıtası kullanmadan masrafsızca gidecek, meskene muhtaç halk tabakası için binalar” yapılması daha uygun olurdu.