Taraflar resmen adını koymadılar ama, İran ile BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesine katılan Almanya’nın oluşturduğu “dünya güçleri” (5+1)arasında İstanbul’da yapılan görüşmeler önemli bir “sürecin” de başlangıcı oldu.
Bu noktada, öncelikle, AB’nin Dışilişkiler Komiseri Catherine Ashton’un diplomasi yaşamının en zorlu deneyiminden geçtiğini söylemekte yarar var. “Sözcüsü” olduğu grup altı devletten oluşuyor ve bu grubun İran’a dönük yüzünde en ufak bir “sarsıntının” olmaması gerekiyor. Nitekim, usta bir manevra gerçekleştiren İranlı müzakereci Said Celili’nin görüşmelerin henüz başında Rusya’ya özellikle ülkesine karşı gösterdiği anlayışlı yaklaşım için teşekkür etmesi, buna karşılık, Rus delegasyonu başkanı Sergei Ribkov’un hemen müdahale edip, “Bize teşekkür etmenize gerek yok ama, sizin bizim söylediklerimizi yapmanıza gerek var” demesi önemli.
Rusya ve Çin, İstanbul toplantısında Batılılar ile aynı çizgide bulundular ve söz konusu grupta en küçük bir çatlak olmadı.
Türkiye’nin önemi
Türkiye, dünyanın yakından takip ettiği bu buluşma için katılımcı bütün ülkelere Lütfi Kırdar’da özel çalışma alanları hazırladı, bu alanların ortasında da bir yuvarlak masada bölgenin geleceğini belirleyecek görüşmeler gerçekleşti. Türkiye’nin bu süreçte doğrudan payı yok ama ev sahibi ülke olarak diplomatik destek sağlaması doğal. Bu nedenle İran’a, “15 ay bu görüşmeleri kestin sürekli ambargo yiyerek kendini zora soktun,” 5+1 grubuna da “Bu kadar baskıya karşın İran’a bir tek isteğini bile kabul ettirememiş güç haline dönüştün” mesajını rahatlıkla verdik. Bu analiz, tarafların 23 Mayıs’ta Bağdat’tan başlayarak görüşmelere devam etme kararı almasında çok etkin oldu. Bu arada, Türk tarafının tam görüşmelerde sorunların öne çıktığı bir anda Çırağan Sarayı’nda Ashton ile Celili’yi bir akşam yemeğinde masaya oturtması ve baş başa 90 dakika görüşmelerini sağlaması da önemli bir diplomatik adımdı.
İranlı açısından sorun
Bu yemek buluşmasının temelinde İran tarafından alınan işaretler vardı. Celili,“İstanbul süreci”nin başlaması halinde “İran’a saldırılmayacağının garantisini” istiyordu. Ama, bunu toplantıda açıkça söylemesi halinde İran’ın “korkuyor” görüntüsü verme riski de vardı. Türkiye, Ashton’a bunu aktardı ve yemek bu karşılıklı güven ortamı yaratılması için gerçekleşti. 5+1 İran’ın görüşmelere devam ettiği sürece herhangi bir saldırıyla karşılaşmayacağını Celili’ye aktarmakta yetindi.
Ama süreçte önemli adımlar var kuşkusuz: Birincisi, İran, uranyum zenginleştirme programını maksimum yüzde 20 düzeyine çıkaracağının işaretini verdi, bilindiği gibi nükleer silah yapımı için zenginleştirme oranının yüzde 85 olması gerekiyor. 5+1, İran nükleer programının daha güvenlikli denetimi konusunda yeni mekanizmalar talep ederken, Kum kenti yakınlarındaki uranyum zenginleştirme merkezinin kapatılması baskısını durdurdu. Bu durum, İran, uranyum zenginleştirme programını yüzde 3.5- yüzde 20 arasında tuttuğu sürece bir sorunun olmayacağını gösteriyor.
Risk yumuşadı ama
İstanbul buluşmasının ortaya çıkardığı ana gerçek şudur: Bölgede İsrail haricinde kimse savaş istemiyor...
İran, nükleer çalışmalarını “barışçı amaç dışına taşıdığı” anda başına gelecek felaketi tam olarak anlamış bulunuyor ve bundan sonraki adımlarını daha dikkatli atacağının işaretlerini veriyor. Çünkü karşısında yalnız “Batılıların” değil Rusya ve Çin ile bütün dünya güçlerinin olduğunu gördü.
Seçim sürecinde bulunan Başkan Obama ise, İsrail yanlısı Cumhuriyetçi şahinlerin kampanyalarına karşı, “İran’ı sivil müzakereler ile yola getirmiş ve ulusal güvenlik için ortaya çıkan bir tehditi tek kurşun atmadan sonlandırmış” başkan olmayı arzu ediyor.
İstanbul “iyi başlangıç” oldu, tabii bu konuda daha yürünecek çok yol var...
Beşar ateşle oynuyor
Suriye ordusunun Humus’ta bombardımana yeniden başlaması... Çatışmaların Sünni nüfus açısından stratejik önemdeki Halep’e sıçraması... “Ateşkes” belli ki bu ülkede sağlanamayacak ve “kanama” sürecek... Konu artık Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin masasında. Çünkü, Beşar el-Esed’in tutumu, BM destekli planın işlememesi anlamına geliyor. Nasıl İran, İstanbul’da “dünya güçlerini” bir “blok” olarak karşısında gördüyse, Beşar el-Esed’in de benzer gelişmeyle karşılaşmasına artık kısa zaman kaldı.