Aile, sokulmaktır, kanatların altına.
Somali’de anne babaları ölmüş kendileri de son anda kurtularak afet kampına getirilmiş üç sevimli küçükle tanışmıştım. Bizler yabancıydık. Mütebessim ve çok yumuşak hareketlerle selamlıyorduk gerçi onları, ama beş yaşlarına kadar olan büyük ablanın ardına saklanıyorlardı diğer kardeşler, birisi emekliyordu hatta. Beş yaşındaki abla, hem anne hem babaydı küçükler için... Anne babalı olmak dünyada her çocuğun doyasıya yaşadığı bir nimet değil. Kimisi savaş, kimisi afet, kimisi ekonomik sebeplerle parçalanmış binlerce aile var yeryüzünde.
Bir anne, bir gazeteci, bir hukukçu olarak ömrümün güz döneminde sizlere söyleyebileceğim şey şudur; aile, bir çocuğun en iyi ve korunaklı şekilde yaşayacağı yerdir. Ailesi içinde, aile bireylerince şiddete maruz kalmış çocuklar yok mu? Elbette var ama bu vakalar, ailenin şiddet mekanı olarak tarif edilmesine imkan veremezler. Ayrıca ailenin şiddet mekanı olarak tarif edilmesi, çözümü çok daha zor sorunları getirir. Ailede olmayacaksa çocuklar nerede olacaktır, kurumlarda mı? Hangi kurum, annenin, babanın kanatları altından daha sıcaktır. Çocuk, insandır, onda alem gizlidir ve elbette fabrikasyon bir nesne değildir.
2000’li yıllardan itibaren küreselleşen iletişim, gerçeğin yerine sanal olanı ikame etti. Bunun en büyük darbesi ise ailelerde yaşandı. Aile fertlerinin mobil telefon ve kompüter üzerinden kurdukları geniş iletişim ağı, ev içinde kurulan tabii iletişimin yerine geçti. Aileler nükleer bir parçalanmayı yaşıyorlar. Yaşlılık ve yalnızlık, teknolojinin çözümleyemediği devasa sorunlar olarak karşımızda.
Bu global dalga, aşırı bireycilik ve hazcılık olarak tüm dünyayı olduğu gibi, bizleri de etkiliyor. Küredeki hastalıklar, uzun asırlardan sonra yeniden ortaklaşa hale geldi. Dolayısıyla, ailelerin çöküşü veya dağılışı ile ilgili ciddi sorunu sadece “İstanbul Sözleşmesi”ne bağlamamak gerekiyor derim. Kafayı kuma gömmekle bir yere varamayız. Dünya, artık odamızda. El-alem artık ailemizin yerine geçmiş halde...
Ailenin dağılışına itiraz eden ve önlemler alınması gerektiğini vurgulayan akademisyen, hukukçu, yazar ve kanaat önderleri var. Bunların İstanbul Sözleşmesi üzerinden getirdikleri eleştiri ve endişeleri çok önemsiyorum. Bu konuda Prof. Aşkın Asan Hanımefendiyle de görüştük. Kendisi İstanbul Sözleşmesi kurulurken Bakan Yardımcısıydı. Şimdilerde devletin bu eleştirileri işitebilmesi için bir şura toplayacağını duymuştum. Sema Maraşlı gibi konuyu kavga dövüş kısmına taşıyanları kastetmiyorum. Bu konuda çeşitli vakıf ve derneklerin konuyla ilgili bilimsel araştırmalarını yapmış kişiler var. Prof. Burhanettin Can, Prof. Faruk Başer, Prof. Yücel Oğurlu, Prof. Mücahit Öztürk, Av. Muharrem Balcı, Av. Gülden Sönmez, Av. Cavit Tatlı, Av. Şengül Karslı, Yusuf Kaplan, Av. Tuğrul İnançer gibi isimler... Araştırma ve Kültür Vakfı, İnsan Ve Medeniyet Hareketi, Hukuk Vakfı, Hukukçular Derneği gibi kurumların çok değerli çalışmaları var. Devletin bu çalışmalardan haberi var mı acaba?
İstanbul Sözleşmesi konusu açıldığında her seferinde adeta FETÖ ofisleri gibi çalışarak hakaretamiz ve pornografik linçleri yaşamaktan gerçekten usandım. İslam annelerini kaleme almış, edebiyat yolumu zamanı kuran mukaddes anneler üzerinden çizmiş bir yazarım. Benim yerim; aileden, çocuktan, anneden, babadan, büyükanneden, büyükbabadan, akrabadan, komşudan, duldan, yetimden, yolcudan, talebeden, yoksuldan, misafirden yanadır. Ama kendi dağılışımızı, yozlaşmamızı, çöküşümüzü sadece bir sözleşmeyle açıklayamayız diyorum.