Milletleri ayakta tutan rüyalarıdır. Biz de bu topraklarda ilk rüyamızı söğütte gördük. Bir küçük şehirde, Osmanlı henüz bir beylik iken görülen büyük rüya! Bütün dünyaya dalları uzanan bir rüya! Adaleti, paylaşımı, büyüklüğü ve hâkimiyeti içinde taşıyan bir rüya. Osmanlı bu rüya peşinde fetihlere koştu, kıtalara uzandı, adaleti dünyada hâkim kıldı. Bir cihan devleti oldu. Osmanlı rüyası, içinde birçok inanç, kavim, dil, mezhep, coğrafya tuttu. Hem manayı hem de maddi olanı sağladı topluma. Rüyanın gecekonduları yoktu, zencileri yoktu, oligarkları yoktu. Rüya, umuttu, aşktı, adaletti, refahtı. Müslüman Türklerin cihana bir nizamı âlemiydi.
Batıya perestiş olduğumuzdan itibaren rüyamızı kaybettik. Aydınlarımız ve idarecilerimiz başka şehirlerde ki rüyalara koştular. Ödünç rüyalar doldu ülkemizde. Önce Paris rüyasıyla büyülendik. Kendi toplumuna olan inançlarını kaybeden aydınlarımız oraya firar etti. Paris, kıblegâhları olmuştu. Osmanlı bu rüyayla kurtuluşa erecekti. Heyhat! Arkasından Amerikan rüyası geldi. Uzun süre ülkemize damgasını vurdu. Mutluluk, gelecek, refah, eşitlik, zevk vadeden bir rüya. Soğuk savaşın egemen rüyasıydı. Televizyon dizilerinde bu rüya pompalandı yıllarca. ABD'nin artistleri gündelik hayatımıza sızdılar. Şehirlerine, sokaklarına, arabalarına aşina hale geldik.
1970'lerde yeni şehir rüyaları sökün etti bu topraklara. Moskova rüyası, Kahire rüyası, Tahran rüyası, Riyad rüyası... Hatta Arnavutluk rüyası bile arzı endam etti gençlerimiz arasında. Herkes ülkesinden ve varlığından kaçıyordu. Başka şehirler, başka rüyalar, başka ülkeler... Bu rüyalar etrafında kavgaya tutuldular. Kardeş kardeşi kurşunladı sokaklarda. Türkiye'yi bu şehirlerin rüyalarıyla kurtaracaklarına inandılar. Sosyalistten İslamcısına kadar bütün aydınlar bu şehirlerin rüyalarıyla büyülendi.
İstanbul'dan yükselen rüyalar da vardı. Gökalp'in Kızıl Elması, Akif'in Asımın Nesli, Necip Fazıl'ın Büyük Doğusu, Sezai Karakoç'un Dirilişi, Mehmet Kaplan'ın Büyük Türkiye Rüyası, Nurettin Topçu'nun Yarınki Türkiye'si... Hepsi de İstanbul'da tohumlanan rüyalardı. Bu milleti başka toplumların rüyalarına koşmaktan kurtarmayı vaat ediyorlardı. Geleceği, umudu ve büyüklüğü müjdeliyorlardı. Anadolu'ya çekilerek başkası olmaya inanan aydınları kendi varlık evine çağırıyorlardı.
İstanbul, rüya şehirdir. Rüyalar ilham eder. Üniversiteleri, kültürel derinliği, payitaht mirası, boğazı, tarihi eserleri, hareketliliği, milletin anasırı İslam'ı, Türklerin yeniçağ fütuhatı ile ilham verir. Son yüzyılın içinde bu kadar rüya görülmesinin bir nedeni de budur. Aydınlar da İstanbul bu ruhundan neşet eden rüyalar gördüler.
Akif de, Gökalp de rüyalarının aktörlerini Batıya gönderirler. Oradan alacakları ilim ve fen ile ülkelerini kurtaracaklardı. Fakat Necip Fazıl'dan sonra İstanbul rüyaları başka bir biçim alır. Batı düzeninin hegemonyasına karşı yeniden kendi topraklarına dönme başlar. Kısakürek, Karakoç, Topçu, Batıya ihtiyaç duymazlar. Doğrudan İstanbul'da yatarlar rüyalarına. İslam'ın, imanın, Anadolu'nun varlığını yeniden ayağa kaldırmak isterler. Büyük Doğu ve Diriliş, Anadolu'dan Osmanlı hinterlandını kucaklayan bir açılıma koşar.
İstanbul şimdi yeni bir rüyaya yatmalı. Bu coğrafyadan dünyaya açılan bir ufukla kanatlanmalı. Türkiye'ye mahpus bir rüyadan öte cihana açık bir bilincin rüyası. İnsanlığa ve Müslümanlığa dokunan bir rüya. Coğrafyasına, tarihine ve inancına muhabbet duyan aydın bilinçler bunu başarabilir.