Toplum hayatını temsil eden en önemli yer şehirdir. Bir şehrin zihniyeti, şahsiyeti, haysiyeti, yaşayan topluma, toplumdan şehre sirayet eder ve hayat tarzını şekillendirir.
İstanbul... Kadim şehir... Medeniyetlerin ve kültürlerin döl yatağı. Kuruluşundan bu yana cazibe merkezi olmuş bu şehir bugünlerde sahipsizliğin en derin yaralarıyla boğuşuyor.
Körler ülkesinde gözü açıkların kurduğu küçük bir şehir, bir süre sonra dünyanın en büyük imparatorluğuna ev sahipliği yapmaya başlar. Kısa bir süre içerisinde imparatorların gözbebeği haline dönüşen şehir, zamanla güzelliğine güzellikler katar. Ayasofya adıyla bilinen mabedin inşa edilmesiyle de dünyanın merkezi haline dönüşür.
Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed'in (s.a.v.) "İstanbul elbet bir gün fetholunacaktır. Onu fetheden komutan ne güzel komutandır, onun askeri de ne güzel askerdir." hadisiyle Müslümanların da kavuşmayı arzuladığı bir mekân haline dönüşen İstanbul, bu uğurda can veren sevdalılarına ev sahipliği yapmaya başladı. Bu kutlu müjdeye nail olabilmek için nice askerler ve canlar feda oldu.
Güzel şehir, talihsiz zamanlar da yaşamadı değil. Güya Kudüs'ü kurtarmak amacıyla yola çıkan ve kendine "Haçlı" adı veren çapulcular güruhu şehrin güzelliklerini görünce adeta kendilerinden geçtiler. Şehir, tarihinde hiç görmediği bir yağmaya sahne oldu ve nice paha biçilemez hazinelerini kaybetti.
Peygamber Efendimiz'in müjdesine mazhar olan Fatih Sultan Mehmet'ten sonra ise şehir dünyanın yönetildiği bir merkez haline dönüştü.
Dersaadet, yani saadet kapısı oldu ve dünyanın geleceğinin şekillendiği bir konuma yükseldi. Dünyanın kaderi burada alınan kararlarla şekillendi.
Ve bu şehir asla sahipsiz kalmadı. Her zaman bir sahibi oldu. Bu bazen bir imparator oldu bazen de padişah. Bir zaman geldi şehri "şehremanetine" teslim ettiler. Şehir bir emanetti ve emanete ihanet etmek olmazdı. Her gelen emanetçi şehrin güzelliğine güzellik kattı, değerini artırdı.
Elbette şehrin tek sahibi şehremaneti değildi. Alimler, mimarlar, şairler, seyyahlar, yazarlar, ustalar... Ve daha niceleri...
Her biri bu güzide şehrin güzelliğine yeni cevherler eklediler. Kimi pergeliyle, kimi dizeleriyle, kimi de sözleriyle yüceltti bu güzel şehri.
Başta Eyyub el-Ensarî olmak üzere Fatih'in, Abdulhamid'in, Erbakan'ın ve nihayet Tayyip Erdoğan'ın emanetine verilen bu kadim şehir hiç sahipsiz kalmadı. Şehrin sakinleri gibi şehir de kendisini bu isimlere emanet olduğu sürece hiç öksüz ve yetim hissetmedi.
Şehir gücünün etkisini gösterdi ve zamanı geldiğinde hizmet eden isimleri hep ödüllendirdi.
Gün geldi şehrin "taşı toprağı altın" oldu. Şair Nedîm de öyle dememiş miydi: "Bu şehr-i Sitanbul ki bi misl ü behâdır, Bir sengine yek pâre Acem mülkü fedadır".
Şehri ortasından ikiye bölen deniz şehre ayrı bir ehemmiyet katıyor ve dünyanın kilit noktası haline getiriyordu. Toprağı da değerlenince paha biçilemez bir mücevhere dönüştü.
Nedîm onu da şöyle ifade ediyordu: "Bir gevher-i yekpare iki bahr arasında, Hurşîd-i cihan-tâb ile tartılsa sezadır".
Devletler ona sahip olabilmek için binlerce canı toprağa uğurladı. Çünkü ona sahip olmak dünyaya sahip olmak demekti. Ve bu özelliği sayesinde İstanbul hiçbir zaman sahipsiz kalmadı.
Ancak bu güzelim şehir şu anda hiç olmadığı kadar öksüz ve yetim.
"Yahu, İstanbul nimet nimet." diyen emanetçisi nimet-nikmet dengesini hiçe saydı. Nimetin emanet olduğunu unuttu.
Şehrin kendisine emanet edildiği emanetçi, başka sevdalar peşine düştü. Ona sırtını dönüp uzaklara gitti. Emanete ihanet etti. Sanki ona emanet edilmemiş gibi davrandı.
İstanbul nazlı şehir, ihmal edilmeye gelmez. Şehir bu ihaneti kaldıramadı ve küsüverdi sakinleri.
Bugünlerde patlayan aslında su borusu değil, İstanbul'un gözyaşları.
Bozulan otobüsler değil, şehrin ciğerlerinin nefes alamaması!
Eğer bir müddet daha ihmal edilirse bu güzel şehir, korkarım hepten içine kapanacak.
İstanbul için yazılanlardan mülhem zamane bir şarkının sözleriyle bitirmiş olalım: