Geçen gün derste bir öğrencim İsmet İnönü’nün oğlu, Sabancı Üniversitesi’nde de bir süre birlikte olabildiğimiz Erdal İnönü’nün ne zaman politikadan ayrıldığını sorunca, tabiri caizse bende jeton düştü. Öğrencilerim oğul İnönü’yü bile hatırlamıyorlardı; babası ise herhalde tarih öncesinde kalmış gibi geliyordu onlara.
Ben İsmet İnönü’nün yaşlılığına denk geldim. Onu siyah beyaz televizyon ekranında, yanında torunuyla birlikte, Çerkes Ethem’i nasıl alt ettiğini anlatırken; bir de Lozan’da Curzon’un taleplerini geri çevirdikçe, onun bu istekleri nasıl cebine koyduğunu ve bir süre sonra kendisine malî yardım için müracaat ettiğinde bunları yeniden cebinden nasıl çıkaracağını anlatırken izlediğimi gayet net hatırlıyorum. O sırada CHP Genel Başkanı idi; fakat Bülent Ecevit ile olan anlaşmazlığına biraz daha vardı. Nitekim bu mücadelenin değişik aşamalarını da gayet iyi hatırlıyorum. 12 Mart 1971 müdahalesinin hemen akabiydi. Kurultayda kaybettikten sonra; Ecevit yeni genel başkan seçildiğinde, ceketinin düğmesini ilikleyerek onu tebrik ettiği sahne gözümün önünden gitmez. Otuz yıldan fazla süre CHP genel başkanlığını yapmış olan İnönü’nün bu jesti, politika hayatının en güzel karelerinden biri olarak tarihte yerini çoktan aldı bile.
Cenaze töreninde iken...
Bu anlaşmazlıkta çok gençken paşaya karşıydım. Onun artık devrinin geçtiği kanısındaydım. Ayrıca gençlere de yol açılmalıydı. Lise yıllarım bu politik dekorun önünde geçti. Ecevit’in 73 seçimindeki kısmî başarısı yeni ümitlerin de habercisiydi. Bana gelince; 73 yazında liseyi bitirince katıldığım üniversite sınavında yeterli başarıyı gösterememiştim; yurt dışında eğitim görmemin daha uygun olduğu kararına varılınca da, o zamanın mevzuatına göre, yurt dışında dövizli öğrenci olabilmek için bir başka sınava katıldım. Bu sınavı başardım ve dövizli öğrenci olmaya hak kazandım. Sınav, Ankara’da Beşevler mahallesinde bulunan fen fakültesinde yapılmıştı. Tandoğan meydanına çok yakındı. O sırada Ankara’da yirmi beş yılımı geçireceğimin hiç farkında değildim! Soğuk bir günde sınava katılmak için hiç tanımadığım Ankara’ya İzmir’den gelmiştim.
Akşamın ilerleyen bir saatinde sınav bitip de binadan ayrıldığımda; geniş caddeden çok büyük bir kalabalığın geçmekte olduğunu fark etmemek mümkün değildi. Bu bir cenaze töreni ve kortejiydi. İsmet İnönü ile son kez onun cenazesinde karşılaşmak garip bir tesadüftü. Bir süre korteje katıldım. Tören Anıt-Kabir’de bitecekti; ama benim İzmir otobüsüme yetişmem gerekiyordu. Ayrıldım. O sırada biri yanıma yaklaşıp da, ileride İsmet İnönü’nün siyasal hayatını araştırmaya ve yazmaya yıllarımı vereceğimi söyleseydi, herhalde onun kesin olarak delirmiş olduğuna hükmederdim!
İnönü hakkında yazdıklarım
Kim ki, cumhuriyet tarihini araştırmak ister; bu devrin ilk elli yılına damgasını vurmuş olan İnönü ile karşılaşmak zorundadır. Cumhuriyet tarihinin bu kısmı o olmadan ele alınamaz. Ben de öyle yaptım. 12 Eylül 1980 darbesinin hemen öncesinde SBF’de doktora eğitimimi tamamlayınca, onun Cumhurbaşkanlığı yıllarını araştırmaya gönüllü oldum. Kısa bir süre sonra üniversiteden atılacak olan sevgili hocam Mete Tunçay’ın tez danışmanlığında (bir zamanlar tez danışmanına doktora babası derlerdi); İnönü’nün Millî Şeflik dönemini mercek altına aldım. “Türkiye’de Millî Şef Dönemi (1938-1945)” kitabım 1986 yılında ilk kez yayınlandığında, doktora tezim yayınlanmış oluyordu. Ama merakım bununla da kalmadı; sonrasını da yazmak istiyordum.
Bu süreç tahminimden de uzun sürdü. Tabiî araya başka araştırmalar ve yayınlar da girdi; fakat sonunda onun 1945-1950 dönemine ilişkin politikalarını da ele almayı başardım. Yeni baskıları İletişim yayınlarından iki cilt olarak gerçekleşen Millî Şef kitabımın ardından; aynı yayınevinden “Türkiye’de İki Partili Siyasî Sistemin Kuruluş Yılları (1945-1950)” adlı seriyi ardı ardına yayınlamaya başladım. Toplam beş cilt olacak bu serinin ilk üç kitabı yayınlandı bile: “İkinci Parti”; “İktidar ve Demokratlar” ve “Rejim Krizi” adlarıyla. Geriye sadece iki cilt kaldı. Onları da önümüzdeki sene ve sonraki sene içinde yayınlamayı umuyorum. Böylece İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı yıllarını toplam yedi kitaplık bir seriyle yazıp bitirmiş olacağım. Elbette diğer kitaplarımda da yine hep o ön plânda; bu kez de Başbakan olarak.
‘Son Sadrazam’ biyografisi
Ne tuhaf; yine neredeyse otuz yıl önce İletişim yayınlarınca çıkarılan “20. Yüzyıl Siyasî Tarihi: Çağdaş Liderler Ansiklopedisi”nde de İsmet İnönü’nün biyografisini ben yazmıştım. 1986 yılında yayınlanan 31. fasikülde. Hatırlayan olacaktır, o vakitler Türkiye’de ansiklopedi furyasının baş gösterdiği dönemdi. Yüksek tirajlar söz konusuydu. İsmet İnönü’nün biyografisini yazmaya giriştiğim bu yazımın alt başlığı ise, “Son Sadrazam” idi. Bu yazımı merak edenler, onu “Geçmişiniz İtinayla Temizlenir” adlı kitabımda bulabilirler. Onu Osmanlı’dan Cumhuriyete geçişte Osmanlı sadrazamına benzetmek ise, babamın fikriydi. Atatürk’ün yanında; onun devletin dirlik ve düzenini korumayı ön plana almış eski ve ünlü Osmanlı sadrazamlarının sonuncusu olduğu yolundaki görüş bana çok ilginç gelmişti ve bu fikri kullanmıştım. Üstelik babama hiçbir telif hakkı ödemeye de gerek görmeksizin! Gerçi bu parlak buluş benim akademik kariyerimde başıma olmadık işler açacaktı; ama bu bir başka öykünün konusu. O sırada bu masum ifademin nasıl yorumlanabileceğine ilişkin tecrübem de pek yoktu! Gerçi daha sonra da cumhuriyet tarihine ilişkin yazdıklarım şimşekleri çekmedi değil!
Barutçu’nun günlüğünden
İsterseniz bu defa da tarihsel kişiliklerin tarih önünde nasıl değerlendirilmesi gerektiğini bizzat paşaya soralım; sorabiliriz ve yanıt da alabiliriz; çünkü bu konuda 65 yıl önce kanaatini açıklamıştı. Şimdi Faik Ahmet Barutçu’nun günlüğüne bir bakalım; sayfalar arasında Kâzım Karabekir’in ölüm gününe dönelim. 26 Ocak 1948. Barutçu şunları yazıyor: “İlk Milli Mücadele günlerinde, Trabzon’a ilk geldiği gün, kendisiyle Güzelhisar’daki kumandanlık odasında gizli olarak görüştüğüm gün, bütün hatıralarım, bütün mazi, yatağında ebedî uykusuna dalan şanlı Karabekir’in henüz soğumamış vücudu başında, gözlerimin önünde, bir sinema şeridi gibi canlandı. Karısını ve çocuklarını teselli edecek kelime yoktu. Hepsi perişan, bayılıp ayılıyorlar. Bayan Mevhibe İnönü geldiler. Kendilerini okşuyor, teselliye çalışıyorlar.”
Karabekir için ne dedi?
Ve “İnönü merasimden yarım saat evvel Meclise geldi. Karabekir’in eşi ve çocukları daha evvel gelmişlerdi. Ve paşalarının odasında ağlaşıyorlardı. İnönü hepsini ayrı ayrı okşadı. Artık kendini tutamıyordu. Bayan Mevhibe İnönü’yü yanlarında bırakarak, merasim odasına geçtiler.” İnönü: “Tertemiz öldü” dedi ve şöyle devam etti: “Bir adamın hayatında bir noktayı alıp, onu helâk etmek veya batırmak, politikanın marifeti olabilir. Bu, ne hakikat ve ne de marifettir. Atatürk’ün benim hakkımda bile böyle hükümlerini bilirim.” İnönü bu sözüyle ne demek mi istemişti? En yakın örnek, 1937 yılında Başbakanlıktan ayrılmasından sonra başına gelenlerdi. O zaman köşesine çekilmiş, gözden düşmüş eski bir politikacı olarak, 1938 yılında Lozan gününde gazetelerde kendisinden hiç söz edilmemiş olmasının acısını yaşamıştı!
Barutçu şunları da yazmış: “Millet hizmetlerini unutmuyor. Ankara halkı dükkânlarını kapatarak, cenazeye iştirak etti. Cenazeyi asker halkın elinden bin müşkülâtla aldı. Halkın sel halindeki akışını anlattım. İnönü, birkaç defa gözyaşlarını tutamaz oldu. Her defasında kolonya isteyerek yüzünü ve gözünü siliyordu.”
İnönü ne demek istemişti?
İnönü, görmüş geçirmiş bir politika ustasıydı; Karabekir ile yakın dosttu. Sonra siyasî ayrılıklar araya girdi. Yine de temaslarının kesilmediği anlaşılıyor. Atatürk’ün ölümünden hemen sonra İnönü’nün Karabekir’i yeniden milletvekili yapması da bunu göstermektedir. 1926 yılında İzmir’de İstiklâl Mahkemesi’nde paşaların idamını önleyenin de hep İnönü olduğu söylenegelir. Kendisi galiba hiçbir zaman bunu iddia etmedi. Galiba kendisine sakladı.
Anılarında Atatürk’e şöyle dediğini anlatıyor: Muhalefet partisinin “başında bulunanların bu işle doğrudan ilgileri bulunduğuna, tertipçi olduklarına inanmıyorum. Bunların görecekleri muamelenin adalet üzerinde olmasını ve bir gayret mahsulü olmamasını kesin olarak isterim.” Mahkemede beraat eden paşaların da bu sonuçtan İnönü’ye hisse çıkarmış olmaları muhtemeldir. Çünkü, bu tarihten sonra da, 1933 yılından itibaren, gerek Karabekir ve gerekse Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele ve Rauf Orbay, İnönü ile birlikte politika yapmaya devam edeceklerdir.
Bu isimler için İnönü’nün tarih önündeki değerlendirmesi hep olumlu olmuştur. 1938 yılından itibaren kendi Cumhurbaşkanlığı döneminde Nutuk’u yeniden yayınlanmamasının nedeni de, acaba Nutuk’ta bu isimler için verilen hükümlere katılmadığını tarih önünde açıklamak olabilir mi, ne dersiniz?