Sporting Lizbon’un acelesi vardı, baskıya erken başladı. Beşiktaş gaza gelip, tam tanımaya yeterli fırsatı bulamadığı rakip sahada; benzer bir baskıyla karşılık vermeye yeltenmedi. Kapandı mı? Hayır!... Oyunu ve rakibi ölçümleyecek fırsat aralıklarını soğukkanlılıkla kullandı.
Yediği baskıyı kontrol altına alıp dengeyi sağladığında da, 3. bölgede kurduğu ön baskıyla, rakibin rahat çıkmasını önlemekle kalmadı; bu baskıyla kaptığı toplarla pozisyonlar bile üretti. Hatta o kadar ki; böylesi bir Beşiktaş’a, bizim ligde bile bu denli hücum pres uygularken çok da tanık olmamıştık. Aslında futbolun temel kuralı bunu emreder ama, bizimkiler böylesi zahmetli işleri pek sevmezler...
Beşiktaş, ileri uçtaki adamlarının presiyle rakibi hataya zorlarken, yakaladığı fırsatları aynı beceriyle kullanamadı. Mario Gomez’in, kaleci ile karşı karşıya kaldığı pozisyonda, ayağından topu kaçırdığı bir an vardı ki; acemiliğin bu kadarına da pes doğrusu... İnsan ister istemez “Mario Gomez’in bize çakmasını mı göndermişler! demeden edemedi... Neyse ki, Quaresma’nın muhteşem pasında golünü attı.
Hazır yeri gelmişken Quaresma’dan söz edelim... Portekizli futbolcu, kendi ülkesinde “Bakın ben bitmedim” demek isteyen coşkulu tavrı ile; sol kanadımızı hareketli ve etkili kıldı. Gol öncesi olduğu gibi; iyi ortalar, iyi paslar çıkardı. Ama yetmedi.
***
Oysa Beşiktaş, rakibinden baskı yediği dakikalarda bile kontrolünü ve kendi özgüvenini kaybetmemişti. Bir Avrupa kupasının deplasmanında nasıl olunması gerekiyorsa, öyleydi... O ana kadar ki işin odak noktası, rakip kendi yarı sahasından çıkarken Beşiktaş’ın sürekli pres koymasıydı. Sporting Lizbon, huzur içinde oyun kuramadı. Ama Tolga’nın kararsız çıkışıyla yediğimiz ilk gol dengeleri değiştirdi. Anında dağıldık... Daha önce doğru yaptığımız her şey bir anda tersine döndü. Çöktük!