Geçenlerde bir yerde okudum. Bir vakitler önemli bir kurumun başkanlığını da yapmış önemli bir din adamı, ortada iki İslam'ın bulunduğu, bunlardan birinin gerçek İslam, birinin de halkın inandığı İslam olduğu ve bu ikincisinin gerçek İslam ile ilgisi bulunmayan bir tür putperestlik olduğu anlamına gelen bir açıklamada bulunuyordu. İnsanın iliklerine kadar ürpermemesi mümkün değil. Kuşkusuz halkın pratiğinde inançla ve amelle ilgili bir takım sorunlar vardır ve bunların düzeltilmesi gerekir. Fakat öteden beri eline mikrofon veya kalem alan her din adamıyım diyenin İslam'ın bir tarafını mıncıklayarak çekiştirmesi yüzünden İslam dininin oturmamış, temelleri sarsak, her söylemi, her prensibi tartışmalı bir din olduğu algısının genel bir kabul gibi yerleştiği de bir gerçek. Ürkütücü olan bu.
Eskiden Batılı müsteşrikler tarafından İslam'a, İslam'ın bazı uygulamalarına bir takım eleştiriler yöneltilir ve din adamları da bunlara cevaplar verirdi. Ama şimdi durum değişmiş. Müsteşrikler artık bu tür meselelere girmiyorlar. Artık onların görevini İslam adına konuşma yetkisini bir şekilde elde etmiş bir kısım hocalar bir tür self oryantalizm şeklinde ifa ediyorlar. Bu sayede İslam'ın tartışılmadık tek bir konusu, tek bir prensibi kalmadı. Bu bir kısım Hocalar içeriden ve bizden oldukları veya göründükleri için de, müsteşriklerin dile getirmeye cesaret edemedikleri en kritik alanlarda bile en yıkıcı, en sert eleştirileri yapabiliyorlar. Gün geçmiyor ki İslam'ın bir tarafı bizden hocalar tarafından tartışılmasın, tartışmalı hale getirilmesin. Hadis, Tefsir, Kelam, Fıkıh, Tasavvuf... bütün İslam müktesebatı dillere sakız olmuş. Bu gözler Kur'an'ı tartışan, bazı ifadelerini eleştiren kalabalık ünvanlı hoca efendiler de gördü. Kurban, Hac, Oruç, Namaz, Zekât... ne kaldı tartışılmadık? Derin uykudan kalkılıp mahmur gözlerle yenilen sahur bile zehir edildi bu topraklarda bir zamanlar.
İnsanın içi parçalanıyor İslam'ın evlatları (!) aracılığıyla bu hallere düşürülmesi karşısında.
Öte yandan Hristiyanlık her şeyiyle oturmuş, tartışmaya açık hiçbir tarafı olmayan bir dünya dini gibi zihinlere yerleştirilmiş adeta. Maksadım herhangi bir dine hakaret etmek, kötülemek değil kuşkusuz. Ama oluşturulan algı karşısında bir mukayese de yapmak gerekir. Bizim bir kısım hocaların ağızlarını açıp tek söz söylemedikleri, tek bir eleştiri yöneltmedikleri Hristiyanlığın, bir din için son derece önemli olan üç temeli son derece karmaşıktır ve kendileri bile bunu izah edemiyorlar. Mesela Hristiyanlığın Tanrı, Peygamber ve Kitap inancı ile ilgili tek laf ettiklerini duyamazsınız. Oysa dünya dini muamelesi çektikleri bu dinin Tanrısı bir mi üç mü belli değil. Peygamberi yerde mi gökte mi, nasut mu lahut mu, öldü mü kaldı mı belli değil. Kitabı bir mi dört mü belli değil. Bütün bu belirsizliklere rağmen en oturmuş ve en sağlam dünya dini muamelesi görüyor.
Buna karşılık İslam dininin Allah inancı açık, berrak ve anlaşılırdır. İslam peygamberi doğumu, ölümü, yaşadığı hayat herkesçe bilinmektedir. Bugün Müslümanların elinde olan Kur'an'ın Hz. Peygamber'in getirdiği Kur'an'ın kendisi olduğunu en azılı İslam düşmanları bile kabul ediyorlar. Buna rağmen İslam şu içeriden ve bizden bir kısım hocaların elinde en tartışmalı, en oturmamış, temelleri en sarsak din muamelesi görüyor. İşte insanı kahreden de budur.
Tekrar ediyorum, amacım Hristiyanlığı veya başka bir inancı karalamak değildir. Amacım, bir Müslüman olarak İslam dini hakkında hem de içeriden oluşturulan yanlış, çarpık, maksatlı algıya dikkat çekmek ve dinini önemseyen bir Müslüman olarak tepki koymaktır.
İbn Haldun, devlet yönetimi, bunun gerektirdiği makam, rütbe ve görevlerin tespiti ve gerekli atamaların yapılması bağlamında hilafet ile saltanat veya başka herhangi bir yönetim şekli arasında bir farkın olmadığını belirttikten sonra, hilafetin diğer yönetim şekillerinin deruhte ettikleri bütün genel geçer görevleri ihtiva etmenin yanında sadece kendisine özgü olmak üzere bir takım özelliklerle farklılaştığını söyler. Hilafeti diğer yönetim şekillerinden ayıran hususlar arasında şuna dikkat çeker: "Halifenin bir görevi de ilim adamlarını araştırıp bulması ve din adına açıklamada bulunma (fetva verme) görevini ehil olanlara vermesi ve bu hususta onları desteklemesi, bunun yanında ehil olmayan kimseleri de engellemesi, bu konumdan uzaklaştırması gerekir" der.
İbn Haldun'un bu tespiti İslam tarihi boyunca süre gelen bir uygulamaya dayanmaktadır. Çünkü bütün Müslüman devletler bu meseleye büyük önem veriyorlardı. Mesela Osmanlı devleti, küçük bir beylik olmaktan çıkıp daha geniş topraklara ve doğal olarak daha kalabalık topluluklara hükmeden bir devlet haline gelmeye başlayınca hem kendi bünyesinde âlim yetiştiren medreseler kurup geliştirmiş, hem de sınırları dışında kalan Müslüman topraklarda ilmiyle temayüz etmiş âlimleri ülkesine davet etmiş ve onlara büyük imkânlar sunarak toplumun bu ihtiyacının yanı sıra devletin de bu görevini ifa etmeye çalışmıştır.
Bugün hilafet mevcut değildir. Ama burası Müslüman bir ülke ve bu devletin Müslümanlara karşı sorumlulukları var. Bu yüzden ehil olmayan, merdiven altı, uyduruk ya da seküler eğitim kurumlarının ürünü bir kısım hocaların İslam adına konuşmalarını, dinimizi temelsiz, tartışmalı, istikrarsız gibi göstermelerini engellemesi ve ancak ehil âlimlere izin vermesi devletin Müslüman vatandaşlarına karşı bir yükümlülüğüdür.