Geçenlerde ilginç bir haber vardı: Antalya’nın Pınarbaşı Köyü’nde, Ahmet Muhsin Tüzer isimli bir “rockçı imam” varmış. Yani bu imam efendi, camideki vazifesinden kalan zamanlarda, rock müzik çalıp söylermiş. Yalnız bu durum Diyanet’in tuhafına gitmiş olacak ki, imam hakkında “soruşturma” açılmış.
Bu soruşturma devam ediyor bildiğim kadarıyla. Dileğim, bir “ceza”, “sürgün” veya “uyarı” ile sonuçlanmaması. Dahası, bu gibi tedirgin edici “soruşturma”ların zaten hiç açılmaması. Aksine, böylesi “zamane” din adamlarının teşvik görmesi.
“Yapmayın Mustafa bey, iyi ki müdahale edilmiş, öyle zibidi imam mı olur” diye düşünen bazı okurlar olabilir. Nitekim konu Twitter’da ilk yankılandığında bu gibi yorumlar gördüm. Bu yorumların altında yatan zihniyeti de anlıyorum. Anlıyor, ama yanlış buluyorum ki, sebebini müsaadenizle biraz açayım.
Gavurun müziği
“Rockçı imam” kavramına tepki duyan zihniyet, muhtemelen rock müziği hem “gavur işi” olarak görmekte, hem de içkiyle, “tepinmeyle” ve din-dışı bir hayat felsefesiyle özdeşleştirmektedir. Oysa ki:
- Bizim “Türk-İslam musikisi” diye bilip sahiplendiğimiz bazı ilahilerimizin müzik stili de aslında “gavur işi”dir. Bizans’tan alınmadır yani. Bir Bizans ilahisi dinlerseniz, aradaki müthiş paralelliği görürsünüz. (Aynı şekilde “Osmanlı cami mimarisi” de aslında Bizans’tan tevarüs edilip geliştirilmiştir; Ayasofya’dan açıkça görebileceğimiz gibi.)
- Rock müzik, elektro gitar, bas gitar ve bateri ağırlıklı müzik demektir. Bunları kanuna, uda, kudüme göre daha gayrı-İslami kılan bir şey de yoktur aslında. “Şol cennetin ırmakları”nı rock melodilerle söylerseniz, bal gibi “İslami rock” bile olur. (Nitekim söz konusu “rockçı imam” da “Mevlaya Gel” diye bir şarkı yapmış; İslami mesajlar vermiş yani.)
Yine de, eminim, İslam ilahilerini rock, opera, rap (veya Hint, Afrika, vs.) ezgileriyle duyan çoğu muhafazakâr yüzünü ekşitecek, “hiç tad almadığını” söyleyecektir. Bu da çok doğaldır. Çünkü kültürel muhafazakârlık, kendi geleneğinin dışına pek çıkmamak demektir zaten. Cami mimarisi denince hep “Osmanlı mimarisi” sevmektir mesela. Veya ağız tadını hep Türk mutfağında bulmak, Japonların “suşi”sine, Meksikalıların “fajita”sına el sürmemek demektir. (Hepsi “helal” olsa da.)
Gayrı-muhafazakâr İslam
Şimdi, açıkçası, Türkiye’de söz konusu kültürel muhafazakârlıkla iç içe geçmiş yaygın bir dindarlık var. Bu da çok tabii, çok meşru, çok saygıdeğer bir realite.
Ancak eğer dindarlığı onun söz konusu muhafazakâr biçiminden ibaret kılmaya kalkarsak, epey yanlış bir şey yapmış oluruz. Çünkü bu, evrensel bir din olan İslam’ı, dar bir kültürel havzaya hapsetmek anlamına gelir. O havzanın dışında kalan insanlar, İslam’ın dışına itilir. En azından, İslam’ın onlara ulaşma kanalları kapanır.
Öyle ya, düşünsenize, memleketimizdeki tüm imamlar rock müzikten bihaber olursa, o müziğe aşık olan, kendini onunla ifade eden milyonlarca gence kim İslami bir mesaj verebilir?
Daha genel anlamda, modern dünyadaki popüler kültürel trendleri bilmeyen, bunlara hiç dahil olmayan, müzikten, sinemadan, sosyal medyadan kopuk din adamları, “Y kuşağı”nın idrakine nasıl söyletebilir İslam’ı?
Bence cevap, Mevlana’nın (fiilimizden çok dilimizde olan) meşhur “pergel metaforu”nda. Yani bir ayağı İslam’a sağlam basan, ama öbür ayağı alabildiğine küresel din adamları yetiştirmekte. Bu yönde gayret gösterenleri ise, bırakın kızıp kösteklemeyi, aksine teşvik edip desteklemekte.
Mübarek Kurban Bayramı’nın hepimize hayırlı olması dileğiyle...