İslamcılık üzerine konuşurken karşılaşılan en büyük zorluk, kavramın anlam içeriğiyle ilgili belirsizlik. Bugün İslamcı adlandırmasını bazıları neredeyse Müslüman ile eşanlamlı kullanıyor. Bazıları için toplumsal-siyasal meselelerle ilgilenen Müslüman’a İslamcı denir; daha dar bir anlam çerçevesi arayanlar içinse toplumsal-siyasal düzene ilişkin görüşlerini İslam’a dayandıranlardır bunlar. Ama kavramsal anlamına bakacak olursanız, öncelikle bizim yakın tarihimizde ortaya çıkan ve etkileri bugüne kadar ulaşan bir fikir akımının adı İslamcılık.
Bu akım Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflamaya başladığı, maddi unsurlarının batı karşısında rekabet edemez hale geldiği bir dönemde ortaya çıktı. Devletimiz batı devletleri karşısında güçsüz düşmüştü, çünkü medeniyetimiz batı medeniyeti karşısında güçsüz düşmüştü. Dolayısıyla eskiden yapıldığı gibi kurumlarımızı ıslah ederek eski hale dönmenin mümkün olmadığı anlaşılmış, meseleye kafa yoran dar çevrede artık medeniyet değerlerinin gözden geçirilmesi gerektiği görüşüne ulaşılmıştı.
Bir bölüm aydının gözünde problem tarih boyunca hurafe ve bidatlerin yaygınlaşmasıyla İslam’ın özünden uzaklaşılmış olmasıydı. Bunun toplumsal ve siyasi sonuçları ise Osmanlı başta olmak üzere dünya Müslümanlarını Hıristiyan dünyası karşısında askerî, iktisadî ve siyasî açıdan zayıf ve yenik düşürmüştü. Öyleyse yapılacak şey “öze dönmek”ti. (İslam tarihi boyunca dönem dönem gündeme gelen bir fikir.) Öze dönüldüğü zaman, yani İslam’ın kendi özgün dinamiklerinden yola çıkarak modern batı medeniyetinin oluşturduğu tehditlere cevap üretmek ve modernitenin getirdiği problemlere çözüm bulmak mümkün olabilecekti. Müslümanları birleştirmenin ve zalim yönetimlerden kurtarmanın da yolu buydu. Mehmet Akiflerin, Said Halimlerin vs. temsil ettiği İslamcı düşünce özetle budur.
Bir de günümüzde, doğru ya da yanlış, “İslamcı” adlandırması yapılan birtakım toplumsal eğilimler var ki güncel siyasetle ilgili alan da aslında burası. En başta İslam’ın toplumsal görünürlüğüne yönelik olarak modernitenin ortaya çıkardığı tehditlere karşı “kimliğin muhafazası” temelinde şekillenen ama özellikle “öze dönüş” fikrine mesafeli duran bir başka tür İslamcılık daha var. Ben buna “Popüler İslamcılık” demeyi tercih ediyorum.
Entelektüel İslamcılar “bizim medeniyetimiz değer üretemez hale geldi; modernitenin doğurduğu problemlere cevap verebilmek için İslam’ın temel mesajını tarihsel tortulardan temizleyip öze dönmemiz lazım” diye düşünüyorlardı. Popüler İslamcılar ise “Cemiyette fıskufücur arttı. Dinden uzaklaşınca devletimizin eski güzel günleri de geride kaldı” diyorlardı. Sizin anlayacağınız modernleşmeye tepki.
1924’ten sonra “entelektüel İslamcılık”a hayat hakkı verilmedi. “Popüler İslamcılık”az çok ayakta kaldı. Çünkü etkinlik alanı camilerdi, evlerdi nihayetinde. Varlığı kitapla, dergiyle, gazeteyle kayıtlı değildi. Çok partili dönemde ise biri kitaplarla, gazete ve dergilerle yeniden hayatiyet kazanmaya çabalarken diğeri tarikat ve cemaat örgütlenmeleriyle gelişim göstermeye başladı.
Ancak Türkiye’deki “yeniden İslamlaşma” hareketine yön veren “Popüler İslamcılık”ın içinde merkezin tahakkümüne çevrenin isyanı da var. Yani sınıfsal boyutu da var. Bu boyutuyla sosyolojik bir hareket. 1960’lardan sonra yaşanan büyük iç göç ve kentleşmeyle birlikte “sosyolojik İslamcılık” halini alıyor.
1970’lere gelindiğinde Erbakan ve arkadaşları bir anlamda “sosyolojik İslamcılık” ile “entelektüel İslamcılık”ın izdivacını gerçekleştirmeye giriştiler. Ama eşler arasında eşitlik olmadığı için bunlardan biri, niceliği yani kelle sayısını esas alan demokratik düzende diğerinin ağırlığı altında ezilmeye terk edildi. Kendisi de Nakşibendî ekolünden gelen Erbakan’ın aydınlarla arasına koyduğu mesafe bunun göstergesidir.
Geçmişteki Milli Görüş partilerine kıyasla AK Parti aydın hareketine çok daha açık bir yapı. Ne var ki kendisini muhafazakâr demokrat diye adlandıran ve merkez sağ bir parti kimliği taşıyan bugünkü iktidar partisinden İslamcılığın problemlerini çözmesini beklemek makul bir fikir gibi görünmüyor.