Evvela, muhterem okurlar, Ramazan Bayramınız mübarek olsun. Umarım, bereketli, huzurlu ve anlamlı bir bayram günü geçiriyorsunuzdur.
Geçtiğimiz Ramazan’ı benim için toplumsal manada anlamlı kılan şeylerden birinin, eski Türkiye’nin tuhaflıklarının tarihe karışması olduğunu ise belirteyim. Yükselen dini hislere “balans ayarı” yaparcasına pompalanan “irtica haberleri” boca edilmedi bu defa üzerimize, örneğin. “Oruç tutmadı diye dövülenler”i duymadık bu sefer. Müminlerin zekat ve sadakalarını kime vereceğine musallat olan haşin devlet kurumlarını da görmedik.
Hiçbir demokratik ülkede olmaması gereken bu tuhaflıklar artık olmuyor, çünkü Türkiye bir zamandır demokratikleşiyor. Orhan Pamuk’un hiç de haksız sayılmayacak bir kıyasla Güney Afrika’nın apartheidçı beyazlarına benzettiği geleneksel Türk elit, merkezi konumunu giderek yitiriyor. Bu ise (aynen apartheid-sonrası Güney Afrika’da olduğu gibi) ülkeyi bir anda bir liberal demokrasi cennetine çevirmese de, önemli bir rahatlama ve normalleşme sağlıyor.
Yeni Beyazıt Meydanı
Bu süreçte yaşanan dinamiklerden biri de, İslamcılık ideolojisinin, son günlerde tartışıldığı üzere, giderek marjinalleşmesi.
Bu, son derede anlaşılır bir durum, çünkü sözünü ettiğimiz İslamcılık (yahut muhtemel “İslamcılıklar”dan biri olan söz konusu versiyon), hem Batılı emperyalistlerin hem de yerel Batıcıların saldırısına uğrayan muhafazakar Müslümanların geliştirdiği bir “direniş ideolojisi”ydi. Böyle bir tepki vermeleri de çok anlaşılırdı; çünkü söz konusu saldırı çok sahici ve ağırdı.
Ama “saldırı” ortadan kalkınca, “direniş” ruhu da haliyle tavsıyor. Geçenlerde, bir Ramazan gecesinde gittiğim Beyazıt Meydanı’nda hissettim bunu. Bu meydan, hatırlarsınız, 90’lı yıllarda İslamcı mitinglerin değişmez mekanıydı. Yumruklar sıkılır, “laik devlet, yıkılacak elbet” sloganları atılırdı. Gördüğüm yeni Beyazıt Meydanı ise, hoş bir tasavvuf müziği konserine evsahipliği yapan dev bir cafe alanına dönüşmüş halde idi. Renkli ışıklar geceyi aydınlatırken, sevimli ayıcık kostümleri giymiş “animatörler” çocukları eğlendiriyordu.
Bu yumuşamayı “dejenerasyon” diye yorumlayan bir İslamcı, bence hata yapmış olur. Çünkü “baskı rejimi” kalmayınca “direniş ideolojisi”nin sönmesinden daha tabii ne olabilir ki?
“Yok, biz illa direniş ideolojisi istiyoruz” diyorsanız da, dikkat edin, “direniş için direniş” yapıyor olabilirsiniz. Bir başka deyişle, “İslam için İslamcılık” değil de, “İslamcılık için İslamcılık” güdüyor olabilirsiniz.
Yeni devre yeni gayret
Gelgelelim, İslamcılık ihtiyacının azalması, “İslam için gayret” ihtiyacının azaldığı anlamına gelmiyor. Aksine, bana sorarsanız, giderek daha şehirli, varlıklı ve imkanlı hale gelen Türkiye dindarlarının önüne yeni ve dev bir alan açılıyor: Modern dünyanın idrakine konuşabilecek bir Müslüman kültür inşa etmek. Demokratik siyasete katılma biçiminden sanata, romandan sinemaya, felsefeden ahlaka kadar.
Bunlar, açık konuşalım, İslamcı akım tarafından çoğunlukla ihmal edilmiş, hatta küçümsenmiş bir meselelerdir. Hatta, öyleki, kültür dediğimiz alanda gösterilen gayretler de çoğunlukla ideolojik içerik taşımıştır. “Ezilmiş Müslüman”ın hikayesi ve onun vermesi gereken cevaptır genellikle, düşünülen, hissedilen ve anlatılan.
Bunda, Müslümanların sahiden ezilmiş ve dolayısıyla politikleşmiş olmaları kadar, “Türkiye ortalaması”nın da rolü vardır. Çünkü, Murat Belge’nin yerinde tespitiyle, Osmanlı “kültür yönünden zengin” bir toplum iken, cumhuriyet toplumu “ideoloji zengini”dir.
Ama artık yeni bir dönem var önümüzde. Ve artık yeni şeyler söylemek lazım.