Geçtiğimiz aylarda bir “İslamcılık tartışması” sürdü bizim basında. Önemli ve öğreticiydi. Tam kapanmış gibi dururken de muhterem Hayrettin Karaman hoca Yeni Şafak’taki köşesinde meseleye bir kez daha değindi. “İslam devlet ve siyaset” başlıklı yazısında faydalı bir ayrım yaptı. Ona göre bu tartışmada iki taraf vardı:
Bir, “İslam, iman, ibadet ve ahlaktan ibarettir, devlet, siyaset ve hayat düzeni insan aklına ve tecrübesine bırakılmıştır”
diyenler...
Bir de “İslâmî devlet”in gerekliliğine inanan ve onu “merkeze alan” İslamcılar...
Ancak bu ayrımı görünce “ben ne oyum, ne de buyum” dedim kendi kendime. Bir tür “üçüncü yol” kategorisinde olduğuma hükmettim.
Üçüncü Yol
Anlatayım. Öncelikle, “İslam iman, ibadet ve ahlaktan ibarettir”
diyenlerkimse, ben onlardan biri değilim ve olamam. Çünkü İslam’ın adalet, emanet, meşveret, hukuk (“haklar”) gibi oldukça siyasi hedefleri bulunduğuna kâniyim. Dahası, bunu bir “sorun” olarak görmek bir yana, bir değer ve hatta nimet sayıyorum.
Ve dahası, “Müslümanlar hayata katılırken Müslüman olduklarınıunutsunlar, İslam’ı arkalarında bıraksınlar” diye tutturan sekülerist (“laikçi”) dayatmalardan da hiç hazzetmem. Bir Müslümanın ister “bilim” isterse de “siyaset” yaparken Müslümanca düşünüp davranmasından daha doğal ve doğru bir şey olmadığına inanırım.
Peki bu durumda benim de (“İslâmî devlet” taraftarlığı anlamında) “İslamcı” olmam gerekmiyor mu?
Hayır. Çünkü Müslümanca siyaset yapmanın illa “İslâmî devlet” kurmak anlamına gelmediğini düşünüyorum.
Dahası, bir “İslâmî devlet”in, kaçınılmaz olarak, Müslümanların bir kısmınıngörüşlerini “resmi görüş” yaparak otoriterleşeceğine inanıyorum. Bunun da başkatürlü düşünen Müslümanlara ve diğer yurttaşlara (gayrımüslimler, ateistler, vs) haksızlık olacağını düşünüyorum.
Dolayısıyla da “Müslümanca siyaset”in en doğrusunun, tarafsız ve sınırlı (yani laik ve liberal) bir devlet çatısı altında yürütülmesi gerektiğini savunuyorum.
Bu formül, “İslam’ı siyasetten değil, devletten ayırmak” diye özetlenebilir.
Sudan asıllı Müslüman hukukçu Abdullahi Ahmed En-Naim’in “Islam and the Secular State” (İslam ve Laik Devlet) adlı önemli kitabında tafsilatlandırıldığı gibi.
Olmayacak şeyler
Zaten kim “İslam siyasetten ayrılmalı” diyorsa, hem yanlış hem de olmayacak bir şey söylüyordur. Bırakın İslam’ı, hiç bir din siyasetten ayrılamaz aslında. Kürtajın cinayet olduğuna inanan Hıristiyanlar, örneğin, bunu yasaklatmak için siyasi kampanyalar yürütmüyor mu?
Laikçi ezberlerinin aksine, dinin siyaseti etkilemesi mutlaka kötü sonuçlar da doğurmaz.
Ortadoğu, İslam’daki “ehl-i kitap hukuku” sayesinde çok dinli kalabilmiştir. ABD’deki ırkçılık, kiliselerden yükselen eşitlik çağrısı ile yenilmiştir.
Dolayısıyla mesele, dinin siyaseti etkileyip etkilemeyeceği değil, nasıl etkileyeceğidir.
Sanırım bu “nasıl” sorusu karşısında İslamcılarımızın ufkunu kısıtlayan bir sorun var: içinde yaşadığımız coğrafyanın devletçi kültürü. Sivil toplum fikri çok zayıf olduğundan, Kemalistinden Marksistine kadar herkes siyaset yapmayı kendine uygun bir devlet kurmak olarak anlıyor. (Kürt milliyetçileri bile “anadilde eğitim”i sadece devletten bekliyor; “siz kendiniz yapın” deyince küplere biniyor.)
Bu gözle bakılınca, bildiğimiz İslamcılık, “İslam’ın siyasete katılması” değil, “Müslümanların otoriter siyasi kültür içinde siyasete katılması” diye tanımlanabilir
Oysa Müslümanların “liberal siyasi kültür içinde siyasete katılması” da mümkün. Anlatmaya çalıştığım da bu.