Türkiye’nin sıcak ve trajik gündemine rağmen, “İslamcılık” konusundaki tartışma üzerine bir iki söz daha etmekte yarar var.
Bunun için de evvela Yeni Şafak yazarı Akif Emre’ye teşekkür etmeye ihtiyaç var. Çünkü kendisi, İslamcılık savunusu yapan son yazılarından birinde, meselenin özüne dair çok önemli bir iddiada bulundu:
“İslam, hayatın bütün alanlarını kapsayan bir din/sistemdir” dedi.
Bu görüş, İslamcı ideolojinin özüdür aslında. Buna inananlar, saltanat, meşrutiyet, cumhuriyet, demokrasi, liberalizm, kapitalizm vs. gibi bütün “beşeri sistemler”i reddeder, bunların yerine “İslami sistem” getirmek gerektiğini savunurlar.
Hatta Akif Emre’nin ifadesine bakarsak, söz konusu “İslami sistem”in siyaseti de aşıp “hayatın bütün alanlarını” kapsaması lazımdır. Eğitimden trafiğe, tarımdan sanayiye kadar, herhalde...
Peki ama hakikaten var mıdır böyle bir “sistem”?
Mesela, politik düzeyde, “İslami sistem” nedir?
İran gibi bir cumhuriyet mi, Suudi Arabistan gibi bir monarşi mi? İlk dönem Medine gibi bir şehir devleti mi? Osmanlı gibi bir imparatorluk mu?
Dahası bu “İslami sistem”de yöneticiler nasıl başa gelir? Babadan oğula mı? Seçimle mi?
Seçimleyse, bu seçimler hayatta bir kere mi yapılır, dört yılda bir mi? Tek dereceli midir, çok dereceli mi? Yerel yönetimler ayrı mı seçilir? Merkeziyet mi esastır, adem-i merkeziyet mi?
Sorular neredeyse sonsuz sayıda artırılabilir. Ama benim vereceğim cevap aynıdır:
“İslami sistem” diye bir şey yoktur. “İslam’ın siyasete bakan ilke ve hedefleri” vardır; adalet, güvenlik veya meşveret gibi.
Müslüman toplumlar, bu ilke ve hedefleri tarih içinde farklı biçimlerde hayata geçirmeye çalışırlar. Bunu yaparken de, kendi “örf”lerini devreye soktukları gibi, başka medeniyetlerin birikimlerinden de yararlanabilirler. Bizim son iki yüzyıldır, anayasa, yasama meclisi, milletvekili seçimi gibi demokratik kurumları Batı’dan aldığımız gibi...
Açılan makas
Buradaki kısır döngü şu ki, biz bunları dediğimizde, İslam’ın “hayatın bütün alanlarını kapsayan bir sistem” olduğuna inanan İslamcılar, bunu “dinin bir kısmını terk etme” teklifi olarak anlıyorlar. Hatta Kemalizm’i andırır bir “din ve dünyayı karıştırmama” dayatması zannediyorlar. (“Alternatif sistem kurmak”tan başka bir “dünyaya karışma” biçimi akıllarına gelmediği için, herhalde.)
Öyle ki, Ali Bulaç, İslamcılığı savunurken, İslamcılık eleştirisini “Allah’tan bağımsız alanlar yaratma” gibi anlıyor. Bu yüzden “Allah’ın müdahil olmadığı toplu iğne ucu kadar alan yoktur” diyerek itiraz ediyor.
Oysa Allah’ın ilmi ve kudreti tabii ki her şeyi kuşatmıştır. (Hiçbir mümin tartışmaz bunu.) Ama Allah, hayatın her alanını tüm detaylarıyla açıklayan bir “sistem” mi indirmiştir insanlığa? Yoksa, belli meseleleri hükme bağlamış, diğer meseleri ise genel ilkelerle yol gösterdiği ve kendisine “akıl” bahşettiği kullarının tecrübesine (ve imtihanına) mi bırakmıştır?
Ben ikinci cevaptan yanayım. Bunun İslam’a sadakat konusunda bir zaaf ve eksiklik olduğunu ise düşünmüyorum.
Dahası, bir “İslami sistem” olduğunu ve bunu “bildiklerini” ileri süren İslamcıların, bu mevhum “bilgi”den doğan bir iktidar tutkusu içinde olmalarından şüpheleniyorum.
Ama bence daha da büyük sorun şu:
İslamcıların Müslümanlara kısmen kabul ettirdikleri bu “İslami sistem” tutkusu, içinde yaşadığımız mevcut sistemlere Müslümanca dahil olmayı zorlaştırıyor.
Hayali bir “İslam sistem” ütopyası bir kenarda dururken, demokrasi ve piyasa ekonomisi gibi evrensel sistemlere İslami değerler katmak akla gelmiyor.
Açılan bu makas da, hiçbirimizin istemediği bir sonucu doğuruyor: “Sekülerleşme”, yani dinden uzaklaşma.