Tanıdığım bir kadın. Yazı çizi işleriyle uğraşıyor. Yani meslekten.
Gezi kalkışmasının ilk günleri. Hani polisin ‘orantısız’ müdahalesi vardı ve bu herkesi üzmüştü. Onun ertesi günü.
Hani gökten melekler indi de, dağa taşa küfürler yazdı, dükkanların, arabaların camını çerçevesini indirdi! Toz duman kapladı ortalığı, her taraf biber gazı.
Bazı şeyler, ortalıkta efsane olarak dolaşır, sonuçta, soyuttur. ‘Ayne’l yakin’ görmemişsinizdir. Dinler, geçersiniz.
Ben, mesela, bir işadamına, 700 bin lira rüşveti nasıl verdiğini sordum. Anlattı.
İşittiğimde, yaralandığımı hissettim.
Bir kirliliğe tanık olmak, gerçekten, ruhu hırpalıyor.
O gece. O kadının, twitterda yazdığı bir cümleyi gösterdiler bana.
İngilizceydi cümle. Polisin halka saldırdığını söylüyordu ve ekliyordu: ‘At least three people killed.’ En az üç kişi öldü. Halbuki, çırılçıplak bir yalan.
Bir insanın, böyle açık bir yalanı söylerken, bir boğa yılanını doğuruyormuş gibi yorulması, hırpalanması lazım.
İngilizce yazıyor ki, BBC’ciler, Doyçe Welle’ciler, Reuters’ciler, İngilizler, Amerikalılar falan okusun.
Okusun ve yalan yayılsın.
Yayılsın ve bundan o gezi kalkışmasının mucitleri istifade etsin. Bir yalan söyleyeyim ve söylediğim yalan ‘bizimkiler’e yarasın.
Biliyorum, bu hep oluyor. Ama bunu gözümle gördüğümde... Ve bunu, tanıdığım bir insanın, gördüğümde selam verdiğim bir insanın yaptığını ayan beyan gördüğümde...
Tıpkı, 700 bin liralık rüşvetin hikayesini dinlediğim zaman olduğu gibi...
İrkildim. Bir kirlilik hissettim. Sanki kirli bir yerden geçiyorum. Ya da pis bir bulutun içindeyim.
Bir başka kadın, ‘ben müftü karısıyım’ diye video çekip piyasaya sürdüğünde -CHP’li bir yöneticinin karısıymış- umursamamıştım halbuki.
Yine bir kadın. Bir fotoğraftan bahsediyor. Beykoz belediye başkanının kucağında bebekle çekilmiş fotoğrafı.
Bebeğin başı sarılı. Örtülmüş.
Bir gazete de manşet yapmış. Güya bebeğin başına ‘türban’ takmışlar. Aman ne kötü şeymiş bebeğin başına ‘türban’ takmak.
Bebeğin babası anlatıyor. Bebek, erkek. Başına güneş geçmesin diye sarmışlar.
Yani haber yalan.
Belli ki, haberi yapanlar, bebek büyütmemiş. Dinli dinsiz, herkes, o yaştaki bebeğin başını güneşte veya rüzgarda sararlar.
Kadın, o yalan hikayeden, ‘kirli’ bir çıkarsama yapıyor.
Çocukların başı örtüldüğü için çocuk tecavüzleri artıyormuş.
Adını herkes biliyor, herkesin işiteceği bir şekilde söyledi. Bir TV programında. Canan Arıtman.
Kirli bir yalana dayandırılmış, kirli bir fikir. Demek, bazı insanların kafası böyle çalışıyor.
Ve bir başka kadın. Adı Şafak. Başka birinin soyadını kullanıyor. Eski kocasının soyadını. Haklı olabilir, belki o soyadıyla daha çok tanınmıştır, bilmiyorum. Bize ne!
Sevde Bayazıt Kaçar için diyor ki Pavey. Başörtülü olmayan kadınların ‘kirli’ olduğunu söylemiş. Veya, kendisi, başını açınca kirleneceğini düşündüğünü söylemiş. (Sevde, ‘Sebebey’ şairi Erdem Bayazıt’ın kızı.)
Kayıtları buluyor arkadaşlar. Hayır, Pavey’in bahsettiği sözler yok.
Arıyorum Sevde Hanım’ı. O da teyid ediyor. ‘Ben öyle bir şey söylemedim’ diyor.
Demek bu da ‘faydalı’ bir yalan! Yani, benim işime yarıyorsa, yalan kutsaldır.
Bana göre, bir kadının, protez bacakla, hayatın ortasında bir ‘varoluş’ mücadelesi vermesi, siyaset yapması, ‘onurlu’ bir insan halidir.
Ama yalan? Yalan, nasıl etkiler siyasetimizi, ‘duruş’umuzu?
Yalanın yol açtığı kirlilik, aynı siyasetin içindeki temiz insanlara bir şey sıçratmaz mı?
Şafak Hanım’ın pantolonla Meclis’e giremediği de bir ‘efsane’yi andırıyor.
O dört başı mamur görünen ‘mağduriyet söylemi’nin arkasında bir karışıklık var.
İlgili herkes, ‘bir sakınca yok girebilir’ diyor. Belli ki bir ‘konsensüs’ oluşmuş. Şafak Hanım Meclis’e pantolonla girse, itiraz eden olmayacak. Ve Meclis’teki bütün taraflar bunun farkında.
Bazı insanlar vardır, yalan, yaşam tarzlarıdır. Hiç ihtiyaçları yokken bile yalan söylerler.
Bu ‘tarz-ı siyaset’ öyle değil.
Bu siyasi geleneğin yalana her daim ihtiyacı var.
Çünkü hiç bir doğru, onları doğrulamıyor.
(Bu arada, yanlış anlaşılmasın, buradaki ‘özne’lerin kadın olması, sadece tesadüf.)