Şeyh Sa'dî-i Şirazî anlatıyor: Bir Zencinin (o zamanlar "zenci" demek hakaret sayılmazdı. İş bu ismin hakaret sayılması, Batının ırkçı zihin dünyasının bir armağanıdır) kış günü çıplak vaziyette beyaz karın üzerinde yuvarlandığını görenler, ne yapıyorsun? diye sormuşlar. Zavallı adam, artık nasıl bir baskı altında bunalmışsa, ne gibi bir dertten mustaripse, "beyazlaşmaya çalışıyorum" cevabını vermiş. Belki de aşık olduğu beyaz kızın kendisini beğenmesi için böyle bir yola tevessül etmiş, kim bilir! "Üzerinde yuvarlandığın karın kararma ihtimali var ama senin beyazlaşma ihtimalin yok" diye cevap vermişler. Hekim Sa'dî, insanın tabiatını değiştirmeye çalışmanın boş bir çaba olduğunun örneği olarak anlatır bu hikayeyi.
O zamanlar, bilim o kadar gelişmemişti. Yoksa o zavallı adam da Beyaz efendilerinin beğenisini kazanmak isteyen "Michael Jackson" gibi, çeşitli ilaçlar alarak, defalarca bıçak altına yatarak siyah tenini beyazlaştırmasını bilirdi. Gerçi "Michael Jackson" onca eziyetten sonra insan tabiatının değişmediğini, değiştirilemediğini anlamıştı ama iş işten geçmişti bir kere. Rivayetlere göre aynalarda son halini görmeye tahammül edemediği için günde avuç avuç antidepresan ilaç içmeye başlamış ve böylece genç yaşta ölüp gitmişti. Tabiatı değiştirmeye kalkmanın hazin sonu. Sadî'nin "zenci"si en azından sadece üşümekle kurtulmuş!
Bir parçası olduğumuz tabiat, bu tabiatın gerektirdiği farklılıklar istifade etmemiz için bahşedilmiş; tersyüz etmemiz, mahiyetini değiştirmeye kalkmamız için değil. Kur'an, tabiatla istifade esaslı bir ilişki kurmamızın gerektiğini şöyle ifade ediyor: "Yeryüzünü (tabiatı) size boyun eğdiren, istifade edilir hale getiren O'dur. O halde omuzlarında yürüyün (tabiat kanunlarına uyun)" (Mülk, 15).
Sa'dî'nin kompleksli "zenci"sinde olduğu gibi, tabiatı değiştirme girişimleri her zaman olmuştur. Bununla beraber bu tür girişimler, Nemrut, Firavun gibi zalimler tarafından ısrarla sürdürülse de lokal kalırdı. Fakat günümüzde batı medeniyetinin egemenliği ile birlikte evrensel bir sistem halini almış bulunuyor. Nemrudî anlayış kıtaları kuşatmış da diyebiliriz. Şeklini şemalini, ırkını, kavmini, tipini, hatta burnunu beğenmeyen, olduğundan farklı görünmeye, olmaya çalışan, böylece mutlu olacağını sanan şizofren bireylerin yanı sıra bu şizofreniyi çağdaşlık olarak gören, gösteren, insanları ikna etmek için olmadık argümanlar kullanan, dayatan sistemler var ve bu sistemler toplumlarının tabiatını değiştirmek adına onları buz gibi bir ölüme doğru sürüklüyorlar ne yazık ki.
O yüzden, önceki yazımızda da belirttiğimiz gibi Hz. İbrahim, Nemrut'la tartışırken onun dikkatini tabiat düzeninin, güneşin hareket tarzının şahsındaki değişmez işleyişine çekmişti. Halihazırda sahip olduğu bu mülkü, bu egemenliği tabiat kanunlarının omuzlarına basarak elde ettiğini, onları değiştirme hususunda ısrar etmesi durumunda tabiatın onu omuzlarından atacağını ihtar etmişti.
Fakat Nemrut, coşkun tabiat ırmağının sürüklediği bir çöpün üzerine konmuş bir at sineğinin kendini "amiral" sanması gibi, gurura kapılarak kendini tanrı sanmış ve bu yasaların yaratıcısı gibi görmüş, onları değiştirebileceğini vehmetmişti. Nitekim sonu da tabiat kanunlarına göre hareket eden bir sineğin elinden olmuştu.
Bugünlerde yine ve yeniden "anayasa" meselesi gündemdedir. Pek ihtimal vermiyorum ama eşyanın, insanın, coğrafyanın, kültürün tabiatına uygun bir sözleşmenin yapılmasının fırsatı olarak değerlendirilebilir bu girişim. Nemrut karakterli batı medeniyetinin ülkemizi, olduğundan farklı görünmeye zorlanan insanların, grupların tıkıldığı bir tımarhane haline getiren sistemini omuzlarımızdan atmanın da fırsatı olabilir.
İnsanın doğuştan sahip olduğu özellikleri değiştirmenin sonu zemheri gibi soğuk bir ölümdür çünkü ve halihazırdaki sistem üşütüyor.