Türkiye’de pek gündeme gelen bir konu değil ama birkaç hafta sonra İran’da yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimi özellikle batı dünyasında büyük bir ilgi ve merakla izleniyor. Batılı medya organlarında bu konu enine boyuna tartışılıyor; hemen her gün ilgiye değer analizler çıkıyor. Yine batı medyasının aktardığı kadarıyla İran kamuoyunda ciddi bir elektriklenmenin olduğunu, rejimin bileşenleri arasında bile yüksek seviyede gerilim yaşandığını duyuyoruz.
Aslında İran’daki durumu en iyi bizim anlamamız beklenir. Zira cumhuriyet tarihimiz boyunca cumhurbaşkanlığı seçimleri her defasında kavgalar ve kargaşalıklar içinde gerçekleşti. (Prof. Hikmet Özdemir’in Cumhurbaşkanı Seçimleri başlıklı çalışmasını bu konuda ayrıntıları merak edenlere öneririm.) Diyelim ki milletvekili seçimlerinde görülmeyen hassasiyetlerin ve çekişmelerin cumhurbaşkanlığı seçimlerinde karşımıza çıkmasının makul bir açıklaması olmalı. İran’daki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de benzer bir durum görüyoruz. Her seferinde aşırı bir gerilim ortaya çıkıyor komşumuzda da. Ne var ki İran nihayetinde cumhurbaşkanlığı sistemiyle yönetildiği için bunu bir yere kadar normal saymak mümkün.
İran’da epeydir başbakanlık makamı yok. Başbakanlığı fiilen cumhurbaşkanları yürütüyor. Bizim anladığımız manada cumhurbaşkanlığı görevini ise “Dinî Lider” üstlenmiş bulunuyor. Dinî Liderin çok geniş yetkileri var. Ülke yönetiminde etkili kurum ve kurulların üye ve yöneticilerini bizzat Dinî Lider atıyor en başta.
Gerek milletvekili adaylarının gerekse de cumhurbaşkanı adayının seçime katılabilmeleri için adaylıklarının onaylanması gerekiyor. Bu onay Anayasa Koruma Konseyi tarafından veriliyor. bu konseyin üyelerini ise büyük oranda Dinî Lider belirliyor. Dinî Lider’i seçme ve görevden alma yetkisine sahip olan Danışmanlar Heyeti’nin üyeleri de yine aynı konseyin onayıyla seçilebiliyor. Dolayısıyla İran’da Dinî Lider’in -ve müttefiklerinin- arzu etmediği bir sonucun seçim yoluyla alınması çok zor. Seçime kimin katılacağı belli olduğu için kimin kazandığının önemi oldukça az.
Ne var ki İran binlerce yıllık devlet geleneği olan bir ülke. Yönetimin tepesinde bulunan molla kadrosu da siyasetin inceliklerine vakıf insanlardan oluşuyor. Bu yüzden ülke çıkarları veya rejimin selameti için gerektiğinde oldukça pragmatik sayılabilecek tavırlar da geliştirebiliyorlar. Bir de devletlerin doğal refleksleri var biliyorsunuz. Tehlike anında içine kapanıp savunma pozisyonu alabiliyorlar.
İran’ın geçmişteki cumhurbaşkanlığı seçimlerini de böyle değerlendirmek mümkün. “Liberal” diye tanımlanan ve ülkenin batı dünyasıyla ilişkilerini normalleştirmeyi hedefleyen Hatemî dönemi devletin pragmatik bir kararının neticesi olarak başladı. Ne var ki rejimin tehlikeye düştüğü değerlendirmesi öne çıkınca ondan sonraki dönemde “muhafazakâr”Ahmedînejad yönetimine yol açıldı.
Bugün İran yine bir yol ayrımında. Nükleer faaliyetler bahane edilerek ekonomik yaptırımlarla ezilmeye çalışılan ve her anlamda ciddi tehditler altında olan bir rejimin nasıl sürdürülebileceğine ilişkin iki ana görüş tekrar karşı karşıya. Liberallerin elinde uluslararası sistemle ilişkilerini düzeltmeye yönelmek mi yoksa tehditlere pabuç bırakmayıp devleti ayakta tutmaya çalışmak mı?
Eski cumhurbaşkanlarından “pragmatik” Rafsancani’nin sürpriz bir şekilde -kendisinden pek hoşlanmayan Dinî Lider’in onayıyla- aday olarak ortaya çıkması belki de üçüncü bir yolun tercih edilerek yeni bir geçiş dönemi formülünün devreye sokulabileceğini gösteriyor. Ancak İran’da cumhurbaşkanlığı seçimine iki aya yakın bir zaman var daha. Bu süre her yerde olduğu gibi İran’da da siyaset için çok uzun bir süre.