Sadece devletin bütün kurum ve kuruluşlarını değil, toplumu oluşturan bütün katmanların kılcal damarlarına sızmış, onları ele geçirmiş, kuşatmış ve belirlemiş olan İran ve benzeri, çok başarılı ideolojik devletlere kim güven duyabilir?
İncelikle hazırlanmış bir inanç sisteminden, günlük hayatın önemsiz ayrıntılarına varıncaya kadar, oradan her türlü düşünce üretiminden sokaktaki çığlığa kadar her şeyi kapsayan, pratik ve işlevsel bir inanç devletine kim hangi nedenlerle güven duyabilir?
Olgusal her tür metin içeriklerini ve sadece kendi çıkarına hizmet eden bir ahlaki yükümlülük kurallarını, bir sistem içinde, salt kendisi için başarılı olarak birleştiren bir devlete kim, hangi saiklerle güven duyabilir?
1 Şubat 1979 tarihinde Humeyni ilk kez çıktığı televizyon ekranında şunları söylüyordu: "Yabancı etkilerden uzak ve İslam’a sadık bir İran istiyorum; ayrıca bundan sonra yönetimi ben belirleyeceğim" diyerek İran’da İslam Devrimi’ni gerçekleştireceğini dünyaya duyuruyordu...
Birkaç gün sonra Humeyni, Devrimci İslam Partisi’ni oluşturdu ve rejim kısa zamanda tek partiye dönüştü.
Önce en büyük müttefiki olan İran Komünist Partisi TUDEH’in işini bitirdi. Sonra Laik Halkın Fedaileri örgütünü ortadan kaldırıp, İslami Mücahidin Örgütleri'ne saldırdı ve en son olarak da Abdurrahman Kasımlo önderliğindeki İran KDP‘sini düşman ilan etti. Devrim öncesinde, devrim sırasında ve devrim sonrasında bu örgütlerle imzaladığı hiçbir anlaşmaya sadık kalmadı. Deyim yerindeyse Humeyni, İran iktidar "postuna" oturduktan sonra bütün "devrim çocuklarını" teker teker yedi.
Humeyni’nin kendisinden sonra gelen siyasi mirasçılarına bıraktığı en büyük siyasi tecrübe bu oldu. Nitekim İran devletinin 1979’dan başlayarak izlediği tek gerçek ver reel siyaset bu oldu. "İttifaklar kur, içine sız, erit ve ele geçir".
İran, uluslararası hukuka inanan bir devlet değildir. Uluslararası anlaşmaların İran nezdinde bir bağlayıcılığı yoktur. İran komşuluk hukukuna riayet etmez. Onun tek derdi kendi devrimini ihraç edip, Tahran’ı sağlam bir kale haline getirmektir. Barış içinde bir arada yaşama ilkesine zerre kadar değer vermez. Devletlerin karşılıklı olarak "içişlerine karışmama ilkesi", İran için bir trafik işareti kadar bile önem taşımaz.
Eğer İran yukarıda sıraladığım devletlerarası hukuk ve egemenlik haklarına riayet etseydi, bugün Irak’ın fiili iktidarı onun elinde olmazdı. Aynı şekilde hem Suriye, hem Lübnan ve hem de Yemen’de iktidarının güvencesi olarak askeri güç bulundurmazdı. İran için tek bir dış siyaset ilkesi var; o da her devleti ele geçirmek. Çünkü İran’daki ideolojik hegemonyanın temel çekirdeği, özü şiddetle takviye edilen askeri güçtür.
Son bir yıldır Türkiye kısmen de olsa bu niteliklere sahip olan İran ile kimi konularda işbirliği arayışını sürdürüyor. Oysa herkes çok iyi biliyor ki, Türkiye ve İran aynı zamanda bölgesel rekabet içinde olan iki güçtür de. Ve yine aynı oranda bilinen gerçeklerden biri de 2013 yılından bu yana Türkiye’nin Ortadoğu'da izlediği dış politikanın en yaman rakibi İran’dır. Hatta bir adım daha ileri çıkarak şunu kolayca söyleyebiliriz; İran Türkiye dış politikasının yenilgi ile sonuçlanması için elinden geleni ardına koymayan devletlerin en başında gelenidir.
Türkiye ve İran, ulusal çıkarı uyuşmayan iki devlettir. Bütün tarih boyunca bu uyuşmazlık hali hep her şeye egemen oldu ve bu çelişki hiçbir dönem ortadan kaldırılamadı. Bugün de aynı durum devam etmektedir.
Eğer iki devlet arasındaki ulusal çıkarlar arasında belirli bir hüküm ve karara varmamızı sağlayan herhangi bir rasyonel zemin yok ise içine düşürüldüğümüz durum son derece vahim demektir.