Yazının başlığındaki haberi ilk duyduğumda, 'Bu anlaşmayı, keşke bir Müslüman Gücü ve hattâ Tayyib Bey sağlayabilseydi!..' diye hayıflanmaktan kendimi alamadım.
Çin'in Dışişleri'nin en yetkili diplomatı olarak bilinen Wang Yi, 6-10 Mart tarihlerinde Suudi Arabistan ve İran'dan en üst güvenlik yetkililerinin Pekin'de imzaladıkları anlaşmanın, 'jeopolitiğin ABD tarafından yönetildiği bir bölgede Çin'in diplomatik bir zaferi olduğunu, dünyanın sadece Ukrayna meselesiyle sınırlı olmadığını' ve 'Çin'in dünya meselelerinin ele alınmasında yapıcı bir rol oynamaya ve sorumluluğunu göstermeye devam edeceğini' de belirtiyordu.
Evet, dünya kamuoyu hele de son 1 yılı aşkın zamandır 'Ukrayna- Rusya Savaşı' ve 'Rusya- Amerika arasındaki gerilim'le meşgul iken, Çin'in dünya diplomasisinin birçok meselelerini etkileyecek derecede önemli adım attığını kabul etmek gerekir.
Özellikle de İran'daki Şahlık rejiminin devamını, kendi saltanatıyla da ilgili gören Suudi rejiminin, İran'daki büyük İnkılab Hareketi'ne karşı, hele de 1978'lerden beri nasıl çok yönlü bir psikolojik savaş açtığı biliniyordu..
İran'daki hareket, İslâm'ın şia yorumuna dayanarak gelişiyor ve bu açıdan bir karşı uç, bir karşı kutup oluşturuyordu.
Suudi rejimi ise, 'İslâm'ın sünnî yorumunun içindeki en uçlardan birisi olan Vehhabîlik üzerine kurulu' idi; ama bu rejim, kendisini Şiî İran'a karşı, Sünnîliğin savunma gücü imiş gibi göstermekte, hele de miladî-2000'li yılların ilk başına kadar başarılı gözüküyordu.
Bu iki kutup arasında direkt bir askerî karşılaşma olmuyordu ama her iki rejim de birbirlerini etkili oldukları yerlerde rahatsız etmeye özel bir dikkat gösteriyor, stratejiler geliştiriyorlardı. Yemen'de Husîleri, Suudi rejimi üzerine saldırtmakta olduklarını İran makamları gizlemiyordu. Aynı şekilde Suriye Buhranı konusunda da karşı karşıyaydılar. Körfez'in güneyindeki bütün Petro-Dolar Şeyhlikleri de, Körfez İşbirliği Teşkilatı da Suudi rejimini 'ağabey' olarak görüyorlardı. Hattâ o rejimlerin her birisi, siyonist İsrail rejimiyle diplomatik irtibat kurmayı, Suudi rejiminin izniyle gerçekleştiriyorlardı.
Bu arada, Suudi ve İran rejimleri, birbirlerine karşı da bir 'nükleer yarış'a girmişlerdi. Hattâ arab rejimlerinin çoğunun medya organlarında 'İran'ın, İsrail'den daha tehlikeli olduğu' propagandası yaygın ve etkin şekilde devam ediyor. Bu durum siyonist İsrail rejimini, Filistin'de savunmasız sivil Müslüman halkı katletmekte elbette daha bir pervasız hale getiriyor.
Ancak Saddam Irak'ının, Kuveyt'in işgaliyle başlayan yüksek gerilim dönemi sonunda Amerikan emperyalizminin Irak'ı mahveden 1993 ve 2002'deki iki Körfez Savaşı sadece Saddam'ın yenilgisi ve idâmıyla noktalanmakla kalmayıp, fiilen, 'Ortadoğu bölgesinin gerçek patronu benim! Bu bölge benden sorulur.' diyen bir 'Amerikan tahakkümü' gerçeğini de ortaya çıkarmıştı. Ve bu durum bütün arab halklarını da derinden rahatsız ettiği için, o halklara zorbaca yöntemlerle tahakküm eden rejimleri de, kendi geleceklerinin de karanlık oluşundan dolayı rahatsız ediyordu.
Şimdi, bölgenin sadece petrol açısından değil, diğer güçleri açısından da etkili iki ülkesinin anlaşmaları hem bölgede, hem de dünya siyasetinde yeni gelişmeleri beraberinde getirebilir. Dahası, İran Dışişleri Bakanı Huseyn Emir Abdullahiyan, 'bu anlaşmadan sonra, yeni haberlerin geleceğini' de imâ etti.
Bu durum, Çin'in Orta Doğu siyasetinde Amerika ve Avrupa'dan daha etkili ve kilit bir oyuncu olarak ortaya çıkışı olarak da görülüyor.
Biden yönetiminin Ulusal Güvenlik Konseyi sözcüsü John Kirby, 'Pekin'in Orta Doğu'da ABD tarafından bırakılan bir boşluğu doldurduğu ve Orta Doğu'da geri adım attıkları fikrine şiddetle karşı çıksa da' Amerikan emperyalizminin, Orta Doğu'da 'Big Brother'/ Büyük ağabeylik rolünün, büyük çapta zayıfladığı fiilen görülmeye başlamış bulunuyor. Bu gelişmeden siyonist İsrail rejiminin hiç hoşnud olmadığı, yapılan açıklamalardan da anlaşılıyor.
İçeriye aid 1-2 konuya da değinelim:
2 NOT:
1- Hatırlanacağı üzere Kızılay, özellikle deprem bölgesindeki çadır dağıtımı konusunda son dönemde birçok eleştirilere uğradı. Kızılay Gn. Başkanı Kerem Kınık dün bir açıklama yapmış.. Aslında başında bulunduğu kurumla ilgili olarak söyledikleri, 'şu yöntem uygulansaydı daha zarif olurdu' diye karşılansa bile yine de anlaşılabilir şeyler.. Bilindiği üzere bir müzisyenin çabalarıyla oluşturulmuş Ahbab' isimli bir sivil toplum / yardım kuruluşu Kızılay'dan çadır istemiş, onlar da para karşılığında, '2 bin 50 çadır'ı 46 milyon lira karşılığında vermişler. Onlar da AFAD'ın gösterdiği yerlere sevk etmişler. Ancak, 'o çadırlar karşılığı alınan maliyet bedeli' yine de eleştiri konusu oldu..
Aslında yapılan, yapılması gereken normal bir bir işlem olarak da değerlendirilebilir. Çünkü 'hangi mikdar çadırın nereye, neyin karşılığında verildiği' belgeli olarak isbatlanamazsa, o zaman da ortaya yığınla suçlamalar atılabilir; 'çalındığı veya yolsuzluk yapıldığından, eşe-dosta peşkeş çekildiği'ne kadar...
Evvelki akşam, Eyyub Sultan-Bahariye Mevlevîhanesi'ndeki oldukça kalabalık bir toplantıda, Kızılay Gn. Başk. Yardımcıları'ndan İsmail Hakkı Turunç'un da orada olduğu belirtilip, Kızılay'ın Deprem bölgesindeki çalışmalar hakkında kısa bir bilgi vermesi istendiğinde, Turunç, deprem bölgesindeki durum ve genel çalışmalar hakkında bilgi verdikten sonra konu 'çadır satma' konusuna da geldi, tabiatıyla..
Bu durum ilk planda Kızılay'ın o anda ticaret hesabı yapmasının yakışlık olmadığı mantığıyla eleştirilebilir ama Kızılay'ın bir 'çadır hazırlama şirketi' varmış, ürettiklerini dış ülkelere de satıyorlarmış..
Ama bu çadır meselesinin bu son depremde bu şekilde gündeme getirilmesinin, kamuoyunun o andaki hissiyatıyla bağdaşmayacağı tahmin edilmeliydi. O anda o çadırların o STK'ya para ile verilmesi yerine, 'teslim ediş ve teslim alış'ı gösteren bir 'tesellüm belgesi'yle verilmesi mümkündü. O yapılamamış..
Ama dün Kızılay Başkanı Kerem Kınık'ın yaptığı açıklamada, uygulamalarını savunurken, hemen 90 yıl öncelere aid benzer uygulamaları, 'Atatürk'ün emriyle İsmet Paşa'nın da yaptığı' gibi mazeretlere tutunmaya çalışması, bu tartışmaların ilk günlerinde kendisini, 'keman bile çalacak derece sanatkâr ve ince ruhlu bir insan olarak göstermek ihtiyacı'nı hissetmesinden de tuhaftı..
2- M. Akpınar isimli bir oyuncu, doğrusu ondan beklemediğim bir yaklaşım tarzı ile ilginç bir laf etmiş ve '6'lı Masa' hikâyesi etrafında konuşurken, 'Rüzgârlı olmayan bir havada fırıldak dönüyorsa, mutlaka bir üfleyeni vardır..' demiş.. O konu ancak bu kadar güzel anlatılırdı. O üflemelerin nerelerden ve kimlerce yapıldığına gelince, Atlantik ötesinden Biden ve John Bolton başta olmak üzere nice Amerikan senatörleri ve de onların Avrupa'daki meslektaşlarınca ve mâlûm emperyal güç odaklarının medya organlarından yükselen 'üfleme'ler ap-açık ortada değil mi?