İran’ın İstanbul’a gelmeye ikna edilme sürecinde, Türkiye son derece önemli bir görev aldı. Bu çaba, ille tarafları Türkiye’de toplama ve Türkiye’ye arabulucu rolü kazandırma gayretine karşılık gelmiyordu. Mesele, İran’ın Bağdat ya da Şam gibi kendi alanı olarak ilan ettiği yerleri üs olarak gösterip diğerlerini buralara, yani ayağına çağırma girişimine engel olmaktı. İran’ın desteklediği rejimlerin başkentlerini adres göstermesinin başta Suudi Arabistan olmak üzere tüm Körfez ülkelerini harekete geçireceğine ve bu ülkelerin de Suriye’ye daha fazla “ilgi” göstereceklerine kuşku bulunmuyordu.
Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin son iki yılda ne denli silahlandıkları biliniyor. Muhtemelen bu ülkeler İsrail’e karşı silahlanmıyorlar; İran’ı sıkıştırmak için çaba ve para harcıyorlar. Dolayısıyla Suriye konusuna askeri olarak bulaşmaya meraklı bir tutum içinde olmadıkları söylenemez. Ancak Suudi ve Körfez ülkesi askerlerinin Suriye’ye müdahalesi karşısında İran’ın da boş oturmayacağı tahmin edilebilir. Böylece, İran’ın perişan edilmesini bekleyen İsrail de elini kana bulamamış olur. Türkiye’nin, önce İran’a ardından Başbakan Erdoğan’ın beklenmeyen ziyaretiyle Suudi yetkililere bu risklerden söz ettiği anlaşılıyor.
Türkiye’nin rolü
Türkiye’nin bu noktada tarafları ikna ederken ileri sürdüğü tek konunun riskler olmadığı da söylenmeli. İran’ı nükleer silah üretmediğine dünyayı inandırması halinde nükleer enerji üretme konusunda engelle karşılaşmama garantisi verilebileceğini bildiren taraf Türkiye olmalı. Bu çerçevede Rusya’ya da bölgesel politikalarını sürdürebileceği güvencesi verilmiş demektir. Öte yandan Suudilere de, yeni kurulacak Suriye’nin zaten o kadar da İran yanlısı bir rejime sahip olamayacağı söylenmiş, ama buralardaki radikal eğilimlerin desteklenmesi halinde ABD’nin Suudi Arabistan’dan elini çekebileceği hatırlatılmış denebilir.
Dolayısıyla Türkiye hem İran hem de Suudi yetkililere, bugüne dek sürdürdükleri siyasetin devam etmesinin olanaksız olduğunu söylemiş denebilir. Ayrıca ABD ile Rusya’nın kamplaşmak yerine işbirliği alanları aradıkları, bunun en somut örneğinin Suriye’de ve belki Filistin’de olabileceği de fısıldanmış olabilir. Kısacası Türkiye, aslında İran’ın nükleer görüşmelere İstanbul’dan başlamasını sağlayarak birçok kesime “değişim şart ve kaçınılmaz” demiş gibi gözüküyor.
Umut ve risk
Zirve sonrasında yapılan açıklamalara bakılırsa, anlaşmazlıklar mevcut, ancak anlaşmaya varılan noktalar da var. Nerede anlaşmaya varıldı, nerede anlaşmaya varılmadı, hiçbir temsilci bu konuda renk vermedi. Dolayısıyla bu noktada anlaşmaya varılan ya da varılamayan konulardan çok, bir biçimde bir araya gelinebilmiş olmasını esas almak gerekiyor.
Her şeyden önce bu sürecin İran’ın müzakere sürdürme eğilimine işaret ettiği söylenebilir. Bu, İran’ın “batı”yı tümüyle reddeden siyasetinde bir ufak yumuşama eğilimi anlamına gelir ki, bu bölgesel gerginliklerin de azalması umudu demektir. Öte yandan “batı”nın da her durum ve koşulda İran’ı günah keçisi ilan etmeyebileceğine dair bir tutum sergilediği söylenebilir. Rusya’nın garantörlüğüne boyun eğen bir “batı”, “Batı”nın ilgisine (!) razı bir Rusya durumu ortaya çıkmış gibi gözüküyor.
Söz konusu sürecin en fazla İsrail’i rahatsız edeceği düşünülebilir. Bölge ülkelerinin “normalleşmesi”ni destekleyen müzakere süreci, aynı zamanda İsrail’in de normalleşmesi anlamına gelir ve İsrail üzerindeki bu baskıyı azaltmak için ya “normalleşme” sürecine razı olur ve değişir ya da kimsenin müzakere sürdüremeyeceği ortamlara yol açar.