40 yaşına gelmiş, okuma-yazması olmayan, yani, insanların oluşturdukları- geliştirdikleri eğitim sistemlerinden geçmemiş bir insan düşünelim..
Çocukluğunda, kendisinin dünyaya gelmesinden önce vefat ettiği için babasız büyümüş; annesi ise, 6 yaşındayken ise, dünya hayatına vedâ etmiş.. Küçük çocuğu dedesi ve sonra da amcası büyütmüş..
Toplumun itibar ettiği çoğu âdet ve anlayışları içinde tartan, muhakeme eden bir idrak seviyesi.. Sadece yoksul- fakir kimselerin, zayıf ve himayeye muhtaç insanların elinden tutulması, korunması desteklenmesi maksadıyla oluşturulmuş, 'Hılf'ul-Fuzûl' (Faziletliler Dayanışması- Yeminleşmesi) isimli bir teşebbüse genç yaşlarındayken katılmış..
Genelde, içine kapalı olarak geçen bir gençlik dönemi.. Ama, kimse ondan rahatsız değildir ve herkesin saygısını kazanmıştır.. Bu yüzden de 'Muhammed'ul-Emîn' (Emîn, yani, güvenilir..') olarak anılır.
25 yaşlarında bir genç iken, 40 yaşlarında bir hanım olan 'Hadice' ile evlenir..
Ama, o fırsat buldukça, Mekke civarındaki tepelerden birisinde bulunan Hira mağarasına gider, orada saatlerce, bazan günlerce kalır..
Ve kırk yaşına geldiğinde, 'ilâhî mesaj'ın insanlara ulaştırılması vazifesi üzerine yüklenir.
'Cebrail' kendisine gözükür ve ilâhî emirleri peyderpey kendisine vermeye başlar..
Ama, bu emri alan insan, önce tereddüd eder, kendisini yoklar, üzerinin örtülmesini ister.. Ne var ki, 'Ey örtüsüne bürünmüş, uyuyan! Kalk, ve Rabb'inin ismini zikret ve O'na yönel, kendine yalnız onu Vekil edin.. Sana karşı çıkanların dediklerine sabret ve onlardan güzellikle ayrıl.. Refah içinde olup da seni yalanlayanları Bana bırak ve onlara biraz mühlet ver..' meâlindeki ilâhî ihtarlar ile, insanları, yüklendiği mesajın kurtarıcılığına çağırmak eylemini başlatır.
*
Bir sıcak Mekke günü.. İnsanlar âdet olduğu üzere o en kavurucu sıcak saatlerde istirahattedir.
Ve sesi Mekke'nin her tarafına erişen ve sadece düşman saldırısı veya sel ve benzeri tabiî âfetlerden halkı haberdar etmek için çalınan bir 'kampana' /çan vardır.
Birgün ortasında Mekke'lileri o yöntemle uyandırılır. Çok önemli bir haber verileceğini işiten herkes oraya koşar.. Ve karşılarında Muhammed'ul-Emîn'i bulurlar..
O, gelenlere hitab eder:
'-Ey insanlar! Ben size, 'Şu dağın ardından üzerinize bir düşman saldırısı gerçekleşecek veya üzerimize bir sel âfeti yaklaşıyor..' desem inanır mısınız?
-İnanırız, sen yalan söylemezsin; sen, Muhammed'ul'Emîn'sin..' derler..
-O halde, size bildiriyorum ki, Allah'dan başka ilâh/ mâbud, ibadet edilecek, tanrı kabul edilecek, ve herşeyi yaratan ve hayatı tanzim eden hiçbir başka güç sahibi ve ilâh yoktur!'
*
Aaaa!..
Bakışlar şaşkın..
Bunun için mi çağrılmışlardır?
İtiraz edenler olur.. Çünkü, onlar kendilerine, her şeyi yaratan ve hayatı tanzim ettiklerine inandıkları yığınla 'ilâh'lar edinmişler, onlara 'arz-ı ubûdiyet / kulluk ve ibadet ediyorlar, tapınıyorlardır.. Şimdi ise, karşılarında, içlerinden, kendisine bu kadar güvendikleri birisi çıkmış, onların 'ilâh' edindikleri bütün herşeyi reddediyor, onların bir 'hiç' olduğunu söylüyor, onlara 'insanlık izzet ve haysiyetine sahib olabilmeleri ve onu koruyabilmeleri için, 'insan'ın, 'Lâilâhe illallah / Allah'dan başka hiçbir ilâh yoktur..' şeklindeki bir ezelî ve ebedî 'özgürlük manifestosu'nu, geçmişteki bütün enbiyaullah'ın/ ilâhî peygamberlerin sözünü, putkıranların pîri olan Hz. İbrâhîm'in asırlarca önce, çağının zorbalarına, Nemrud'larına karşı söylediklerini tekrar ilân ediyor, insanları 'vahdâniyet-i ilâhîye'ye, Allah'ın birliğine, tevhîd inancına çağırıyor..
*
Ve en yakınından, orada toplananlarını nicelerini adına da olacak şekilde, amcası Ebû Leheb, kendilerinin rahatsız edilmeleri ve o saatte önemli şey bildirecekmiş gibi oraya çağrılıp 'ilâhlarına- tanrılarına karşı yapılan bu 'çağrı'ya itirazını-hışmını açıkça ilân ediyor ve 'Seni kalbim asla affetmeyecek!' diyor.
*
Ama, 'tevhîd' çağrısı ve kervanı, Enbiyaullah'ın sünnetine uygun olarak, tekrar yola çıkmıştır. Artık, her iki taraftan da söz ve davet kılıçları çekilmiştir. Herkes kendi davetini yapmaktadır, fiilen..
*
Aslında, Mekke halkı, Allah'a inandıklarını söylüyorlar ve amma, ondan ayrı olarak, nice 'ilâh'lara da 'arz-ı ubûdiyyet' ediyorlar, Allah'a şirk/ ortak koşuyorlardı.. Hattâ, 'hanif' denilen bir kesim daha vardı ki, onlar da, 'Allah'ın birliği'ne inandıklarını söylüyorlar ve sokakta, pazarda, her yerde bu gibi konuları muhatablarıyla konuşup tartışıyorlar, ve amma onların bu görüşleri, başkalarını rahatsız etmiyordu..
Şimdi ise, aralarından en güvenilir 'El'Emîn' diye anılan birisi çıkıyor, ilâhlık iddiasındaki bütün uydurma ilâhlara karşı, bir 'tevhîd dâveti' yapıyordu, gerçek bir 'kurtuluş ve özgürlük beyannâmesi'ni haykırıyordu..
O dâvet, evlerin derûnuna girmiş, beyinleri ve kalbleri sarsmış, herkes kendisine yeni bir tavır takınmak ve neye tarafdar ve neye karşı olduğunu ortaya koymak ihtiyacını derinden hissetmeye başlamıştı..
Halbuki, o dâvetçi'nin öyle Mekke müşriklerinin nice uluları gibi malı-mülkü, maddî gücü yoktu; hattâ, yıllardır, amcası Ebû Tâlib'in himayesinde, bir yetim ve öksüz olarak büyümüş birisiydi.. Şimdi ise, yaptığı çağrı, evlerin içinde, aile ferdleri arasında bile tartışmalara yol açmaya başlamıştı.
*
Müşriklerin temsilcileri, amca Ebu Tâlib'e gittiler ve 'Senin bu yeğenin var ya.. Bizde huzur bırakmadı.. Evlerimizin içinde bile tartışır olduk.. Böyle bir âdetimiz yoktu halbuki.. Ne istiyorsa verelim, hattâ başımıza 'Melik/ yönetici' yapalım; tek şartımız, 'ilâh'larımıza dokunmasın! Yoksa, bunun sonu kötü olur..' derler..
Amca Ebû Tâlib, 'yeğen'ine bu itirazları bildirir, ama, O, bu çağrısından geri döneceği tek adımının bile olmadığı cevabını verir.
Çağrı, toplumun her kesimine derinden derine işlemektedir.
Cebheler ve saflar iyice belirir..
İlâhî davetçi, Taif'e gider, orada da tekrarlar sözlerini ve taşa tutulur, kan-revân içinde kalır.. Ama, o 'câhil' güruhuna, rahmet nazarıyla bakar ve 'Onlar bilmiyorlar..' der..
10 yıl süren bir derinden derine mücadeleden sonra, artık, siper değiştirmek zamanı gelmiştir..
Onun mesajını çevre diyarlardan duyan niceleri gibi, (sonraları, Medine adını alacak olan) Yesrib'den de bazı gruplar gelir. Mekke dışında 'Aqabe' denilen bir mıntıkada, iki kez görüşmeler ve bu ilâhî davetçi'nin Medine'ye gelmesi halinde, onu kendilerini, evlâd-u iyâllerini nasıl korurlarsa öyle koruyacaklarına dair söz verirler ve biatleşmeler olur.
Onlar Yesrib'e döndüklerinde, oradaki Yahudiler o biatleşmeyi duyunca, 'Siz ne yaptığınızı biliyor musunuz? Gerekirse bütün dünyayla savaşırız..' demektir, bu..' derler, korkutmak için..
Ama, 'Evet, biz de zâten o inançla biatleştik..' derler..
*
Ve sonra, Mekke'den ayrılış, Hicret böyle başlar..
Hicret, rahatlık içinde, kolaylıkla yapılan bir yolculuk değildir.. İçinde, ümidler, yerine getirilmesi gereken bir ilâhî vazife şuûru kadar, nice hicranlar vardır, hüzünler ve kalb sancıları da vardır. Ama, 'uzun atlayıcı'nın daha ileri atlayabilmek için, geri çekilmesi gibi bir durumdur da bu..
*
Evet, müslüman takviminin başlangıç noktası olan ve insanlık tarihini derinden etkileyen o zâhiren küçücük , amma, insanlık tarihini değiştiren o 'büyük eylem'in, (Hicrî -qamerî ' takvime göre, dünden itibaren) Hicret'in 1444'ncü yılındayız..
O daveti kabul ettiklerini lafzen kolaylıkla söyleyen herkese, o çağrının idrakine varmak ve bereketine ermek temennisiyle, tebrikler..
*