Özellikle feminizmde Judith Buttler gibi referans isimlerin zikrettiği ‘’kendinden özgürleşme’’ vadisinde biraz soluklanalım istedim... Soluklanalım ki; dünyadaki adaletsizliklerden, eşitsizliklerden, hukuk arayışlarından, ırkçılıktan veya çevre kirliliğinden şikayetle başlayarak, kendimizden mutsuzluğa, kendimizden hayal kırıklığına kadar giden yolun nereye vardığını bir düşünelim istedim...
Doğrusunu isterseniz insanın kendinden memnun olmayarak, nefsini sürekli gözetim altında tutması eylemi, bize hiç de yabancı değil. Nefs muhasebesi dediğimiz geleneksel terbiye yoluyla çok benzer... İnsanın kısıtlı, eksik ve küçük olduğunu bilmesi, insan-ı kamil gayesine doğru yürümeye olan çabası elbette çok değerli, hatta fazilet olarak tabir ediliyor ahlaki literatürümüzde...
Gelin görün ki insan teknolojisi üzerinde zihin yoranlara göre; insanın kendinden duyduğu eksiklik sadece ruh dünyasıyla sınırlı değil. Yani kendisini vicdanen daha iyi ve adaletli bir kişi haline dönüştürmesinin yanı sıra mesela yaşlanmayı yavaşlatacak, ömrü neredeyse ölümsüzlüğe yakın şekilde uzatacak, bedensel verimliliğini çoğaltacak, hastalığı, güçsüzlüğü, takatsizliği ve ağrıları sona erdirecek biyolojik bir mükemmelliğe ulaşmak da mümkün mü?
İnsanın kendisini yeniden yapması, kusur ve ayıplarından kurtulması düşüncesinin bir adım sonrası ise, bedenin kişisel tercih konusu bir deney laboratuvarına dönüşmesi meselesi... Günün modası estetik operasyonlardan çok daha radikal bir merdiven bu, bazı organların impalant olarak mekanikleşmesinden başlayarak, insan genleriyle geliştirilecek ‘’yeni insan’’ veya ‘’insanımsı’’lara varacak deli bir proje... Deliliğini sınır tanımazlığı adına kullandım...
Bunun için uğraşan büyük bütçelerle desteklenen endüstrileşmiş yapılar var... Gen haritalarını çıkararak insanlığın var oluş şifrelerini çözmek gayesiyle kurulmuş Genom Projesi mesela... İnsan Genom Projesi 1990 yılında başlatıldığında dünya kamuoyunda projenin bitiminde ortaya çıkarılacak bilgi ile birçok hastalığın çaresinin bulunmuş olacağı beklentisi oluşmuştu. Ulusal Sağlık Enstitüsü ve ABD Enerji Bakanlığı tarafından yürütülen bu projenin ABD’deki üniversitelerden, İngiltere, Japonya, Fransa, Almanya, Çin gibi ülkelerden uluslararası ortakları vardı... Biyoloji, artık mühendislik, gen araştırmaları, matematik ve istatistik gibi bilimler için disiplinlerarası kullanışlı bir araştırma alanı sunuyordu...
İnsan ırkını biyolojik kısıtlamalarından kurtarmak isteyen bu yöneliş, insanı eleştirirken aslında yaradılışı da eleştiriyor ve kendisini yaratıcı yerine koyarak, varoluşu yeniden planlamaya kalkıyor...
İnsanoğlunun doğasındaki tüm tezatlar, hatta irade dediğimiz farklı kişisel duruşlar, kaosu tetikleyecek belalar olarak görüldüğünden, törpülenme yoluna gidilecek, hatta imha edilecek. Kaos neden veya kimler arasında çıkıyor? Kadınlarla erkekler, güçlülerle zayıflar, zenginlerle fakirler vs, öyleyse bu kaotik farklılıklar törpülenmeli diyor transhümanizm sözcüleri...
Hepimizin aynı boyda, aynı ses tonuyla, aynı yüz hatlarında, aynı giysiler içerisinde, kadın ya da erkek olmadan, aynı yaşta ve sonsuza kadar, hiç hastalanmadan, hiç ölmeden, gürültüsüz patırtısız yaşadığımız, distopik bir toplum hayali kurduğunuzda, neler hissederdiniz?
Evet belki hiç kavga, paylaşamama, gözyaşı olmazdı aramızda... Ama ‘’durma göğe bakalım’’ diyen şairler de çıkmazdı mesela, balıkları Picasso gibi çizen, şarkıları Nesrin Sipahi gibi söyleyen de çıkmazdı... İnsanı gidip gelmeleriyle yaratmış Allah, onu matematik kesinliklerle tarif etmek imkansız... Onu yeniden kurmaya çalışmaktansa, onu anlamaya çalışmak daha iyi değil mi?