İşte Çanakkale haftası geldi yine; diziler, filmler, romanlar, kitaplar, televizyonlarda göz yaşartıcı konuşmalar ardı ardına sıralanacak. Bundan yıllar önce Türkiye İngiltere ile dost olurken, “mazi kalbimde bir yara” olarak unutulmaya terk edilmişti.
Turgut Özakman’ın Çanakkale savaşını anlatan “Diriliş: Çanakkale 1915” romanı, yetmiş yıl önce yayınlansaydı, sizce başına neler gelirdi? (a) CHP roman ödülünü kazanırdı (b) Özakman CHP milletvekili seçilirdi (c) Roman, orta ve yüksek öğretimde zorunlu ders kitabı olarak kabul edilirdi (d) hepsi. Elbette benim şıkkım farklı olacak!
Arşivdeki sakıncalı broşür
Mazinin acı hâtıraları, İngiliz dostluğuna zarar verir. Kemâl Samancıgil de, 1944’de bir Çanakkale zaferi kitabı yazmıştı. Nedense kitap özellikle dikkat çekmişti. Nereden mi biliyorum? Başbakanlık Basın ve Yayın Genel Müdürlüğü İç Yayınlar Dairesi Müdür vekili Feridun Fazıl Tülbentçi’nin 30 Haziran 1944 tarihli bir yazısından. Evet, “Çanakkale Başlarken” isimli broşür hakkındaki rapordan söz ediyorum. Kitap, resmî denetimden geçmiş ve incelenmişti. Şimdi sıkı durun! İlgili rapordaki değerlendirmeler ve sonuç, bugün için ne kadar şaşırtıcı:
Bu broşürün hiç kıymeti yok
“Broşürde Çanakkale harbinin malûm olan tarihçesi, âmiyane [bayağı] bir üslûpla yapılmaktadır [anlatılmaktadır]. Harbi İngilizlerin ve bilhassa Mister Çörçil’in [Churchill’in] bize tahmil ettiği [yüklediği] anlatılmak istenmekte ve İngiliz kumandan ve askerlerinin kabiliyetsizliği tebarüz ettirilmektedir [belirtilmektedir]. Broşüre saçma sapan temsilî dokuz tablo ilâve edilmiştir. [Bazıları] Türk neferlerini İngilizleri boğazlarken göstermektedir.
Netice: Tarihe mâl olmuş bulunan bu Türk zaferi hakkında çok değerli eserler neşredilmiş [yayınlanmış] ve her iki taraf askerinin göstermiş olduğu kahramanlık ve liyâkat [fazilet] zaman zaman takdirle yâd edilmiştir. Binaenaleyh muharririn [yazarın] ne gibi bir gaye için bu broşürü yazdığı bir türlü anlaşılamıyor. Broşürün tarihî ve edebî hiçbir kıymeti yoktur. Broşür, münevver zümreye hitap etmekten uzaktır. Zayıf kültürlü vatandaşları ise, mazinin acı hâtıralarına sürükleyerek, bugünkü Türk-İngiliz dostluğuna zararlı kanaate sevk edebilir.”
İngilizleri de takdir edelim
Broşürün âkıbeti hakkında bilgimiz yok. Toplatılmış olabilir mi, bilemiyoruz. Asıl önemli olan yazıda ortaya konulan görüşler. Buna göre, Türk-İngiliz ittifakının geçerli olduğu bu tarihte artık “mazinin acı hâtıraları”ndan söz etmek anlamsızdı. Bu tür anıların İngiliz aleyhtarı duyguları harekete geçirmesi riski vardı ve bu risk en azından “zayıf kültürlü vatandaşlar” için geçerliydi. İngiliz kumandan ve askerlerinin kabiliyetsizliğinin vurgulanması hiç de hoşa gitmemişti. Aksine, onların da “kahramanlık ve liyâkatı” takdir edilmeliydi. Savaşın İngilizler ve Churchill tarafından çıkarıldığı iddiası da reddedilmeliydi. Türk askerlerinin İngilizleri boğazladığı sahneler adeta lânetlenmekteydi.
Mustafa Sagir’i de unutalım
Elimizde bir yazı daha bulunuyor. Basın ve Yayın Genel Müdürü Selim Sarper, 28 Aralık 1943 tarihinde, Başbakanlığa yazdığı bir yazıda, M. Sert imzası ile yayınlanan “Mustafa Sagir” adlı kitaba ilişkin düşüncelerini dile getiriyordu: “Millî Mücadele sıralarında Hint Hilâfet Komitesi mümessili ünvanını takınarak Ankara’ya gelen Mustafa Sagir adlı casusa, Mustafa Kemâl Paşa’yı öldürmek gibi bir vazife verildiğini ve Atatürk’e karşı İngiliz entelijens servisi tarafından bir suikast tertip edildiğini hikâye eden bu eser, mevzuu itibarıyla maziyi alâkadar etmekte ise de, okuyanları bugünkü Türk-İngiliz dostluğundan şüpheye düşürecek mahiyette görülmüştür.”
Bu kitabın da akıbeti bilinmiyor. Fakat hemen hemen aynı tarihlerde geçmişin acı hâtıralarını gündeme taşıyarak, o günkü Türk-İngiliz dostluğuna zarar verebilecek yayınlar artık sakıncalı görülüyordu.
‘Nobran ve tahrikkar yazı’
Bu kez daha da geriye uzanıyor ve İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın 9 Ağustos 1934 tarihli yazısına kulak veriyoruz. Yazı, Matbuat Genel Müdürü Vedat Nedim Tör’e hitaben yazılmış olup; 16 Mart 1920 tarihinde İstanbul’u işgâl eden İngilizlerin Şehzadebaşı karakoluna yaptıkları kanlı baskınla ilgilidir.
“Zaman gazetesinin 8 Ağustos 1934 tarihli nüshasındaki ‘16 Mart’ ünvanlı makale de, dost bir devleti nobranca ve maksatsız tahkir etmektedir. İngiliz elçisinin de bu makale için Hariciye’ye beklenebilir.” “Zaman gazetesinin 8 Ağustos 1934 tarihli nüshasındaki makale de gayet nobrancadır. Ne millî terbiyeye ve ne millî ve manevî ahlâka, ne de memleketin menfaatine uygundur. Makale, serapa tahrik ve tahkiramizdir.”
‘Mısır’la ilişkiler bozulmasın’
“16 Mart faciası, daha çok kibar ve daha çok müessir olarak yazılabilir ve bundan kimse de rencide olmazdı. Mısır’ı karıştırmak, hem Mısır milletini, hem de İngiliz hükûmetini tahriktir. Halbuki bu 2 memleketle de münasebetimiz dostanedir ve bu münasebetlerin inkişâfı memleketimizin menfaatlerinedir. Herhangi bir kimseyi tahkirden hiçbir fayda melhuz değildir [düşünülemez]. Bir milleti tahkir ise yalnız zarardır. Zaman’ın tahkiri, kendi muhitine münhasır kalır. Fakat İngiliz gazetelerinin bizim aleyhimizdeki neşriyatının tesir dairesi geniştir.”
‘Bu yayınlar milli çıkara ters’
“Cumhuriyet, emsalsiz gayetleri ile lehine çevirdiği cihan matbuatını, millî ve vatanî mülâhazaları bir tarafa bırakarak, şahsî igbirar [kırgınlığını] ve infiallerini nobranca izhara gazetelerini vasıta edenler yüzünden tekrar aleyhine döndürmeyi, umumî ve millî siyasetine uygun görmez. Devletin siyasî vaziyet ve satveti [gücü], hiçbir kimsenin hiçbir kimse için galîz [kaba] sutûmlarının [yükselmelesinin] revacına [makbul] vasıta ittihaz edilemez [kabul edilemez]. Kefiyetin bu esas ve üslûp dairesinde hemen (…) Zaman [gazetesine] (…) tebliğini rica ederim.”
Ee, ne de olsa bu tarihte Türkiye rotasını artık İngiltere’ye çevirmişti ve bu ülkeye karşı “nobranca” yazıların devri de çoktan geçmişti! İngiliz aleyhtarlığı, “millî politika” olmaktan çıkmıştı. Millî ve vatanî düşünceler, Türk-İngiliz dostluğunu haleldar edecek her türlü ifadeden uzak kalınmasını emretmekteydi. Aradan geçen 14 yıldan sonra, 16 Mart da mazinin acı anılarına terk edilmek isteniyordu! Sahi, Şükrü Kaya’nın Başbakanı ve Cumhurbaşkanı kimdi, hatırlayanınız var mı?
ZAMAN (7 Ağustos 1934)
“16 Mart şehitleri için âbide.
Nihayet bu millî vazife yerine getirilecek. Vezneciler’de acı işgâl gününün mukaddes şehitler[i] için güzel bir âbide yapılacak, konservatuvar da âbidenin arkasında inşa edilecek.”
Veznecilere anıt projesi
“Belediye, Vezneciler’de Letâfet apartmanının olduğu yer ile civarındaki araziyi ve binaları istimlâk etmiştir. İstimlâk edilen yerlerden mühim bir kısmı yıktırılmış olup, diğerleri de birkaç güne kadar hedmedilmiş [yıkılmış] olacaktır. Burada vâsî, zarif bir meydan vücuda getirilecek, meydanın arkasına doğru asrî bir konservatuvar binası inşa edilecek, meydanın ön tarafına da 16 Mart Şehitleri âbidesi rekzedilecektir [dikilecektir].
Proje için yarışma açıldı
Mâlûm olduğu üzere, mütârekede İstanbul’un işgâl edildiği gün 16 Mart [1]336’da [1920] Letâfet apartmanında yatan 10. Kafkas Fırkası’na mensup askerlerimizden bazıları fecî bir şekilde şehit edilmişlerdi. Uzun zamandan beri orada bir âbide dikilmesi hakkında beslenilen tasavvur da [düşünce] bu suretle kuvveden fiile inkılâp etmiş olacaktır [gerçekleştirilecektir]. Gerek meydan, gerek âbide, gerek binanın plânlarının bir elden çıkması belediyece kararlaştırılmıştır. Yani belediye, bunların âhenktar bir üslûbu mimariye malik olmalarını arzu etmektedir. Bu maksatla bugünden itibaren bir müsabaka açılmıştır.”
ZAMAN (8 Ağustos 1934)
“16 Mart”
“Yapılacak âbide, zulmün bir milleti harikalar yaratan bir hızla ayaklandırabileceğini de ifade etmelidir” “İstanbul, senelerden beri ihmal ettiği bir vazifeyi artık yerine getiriyor. Dün de yazdığımız veçhile, 16 Mart işgâli faciasında Vezneciler’de Letâfet apartmanındaki dairelerinde her şeyden bîhaber uyurken İngilizler tarafından bastırılıp şehit edilen askerlerimiz namına bir âbide yapılacaktır.
16 Mart facisası
16 Mart tarihi, sade kuvvetin hakka kanla galebeye [yenmeye] çalışması ve masum askerlerimizin uyurken şehit edilmeleri gibi bir faciayı taşımakla kalmıyor. Belki o facia aynı zamanda ayaklar altına alınan mevcudiyetini, namusunu kurtarmak için galeyan ve feverandan başka bir çare kalmadığını da bütün bir millete işaret etmiştir. Filhakika hakkın kuvvete karşı ulvî mücadelesi, ancak 16 Mart’tan sonradır ki, daha ziyade kendisini göstermiş, gerçi tarihimizde birçok facialar ve ıstıraplar daha geçmiş, fakat mukadder netice hakkın kuvvete galebesi tahakkuk etmekte gecikmemiştir.
Gelecek nesiller unutmasın
16 Mart Şehitleri Âbidesi, sade zalimâne bir şekilde askerlerimizin hayatına hateme verildiğini tesbit etmekle kalmamalı, bütün bir milletin mübalağasız bir cihân-ı husumete karşı namusunu, hakkını kurtarmak için arslanca müdafaaya ve savlete [saldırmaya] hazırlandığını da ifade edebilmelidir. Tâ ki müstakbel nesiller, 16 Mart 336 tarihinin Türk milleti için unutulmaz bir faciaya, aynı zamanda da ulvî, mukaddes ve zaferle tetevvüç eden [taçlanan] bir mücadelenin başlangıcına delâlet ettiğini anlasınlar.