İlk filmi Uzak İhtimal’le çizgi dışı bir çıkış yapan Mahmut Fazıl Coşkun, yeni çalışması Yozgat Blues’ta o ayrıksı tavrını sürdürerek, hayatın küçük ayrıntıları arasında bir karakterler galerisi sunuyor. İlk filmin duyguların dilini konuşturduğu imgelerin ustalıklı bir bileşkesi olduğu düşünülürse, bu filmde de hemen aynı tavır sürdürülerek diyaloglardan ziyade durum ‘konuşması’ yapılarak titizlikle işlenmiş görüntüleme çalışması öne çıkıyor. Bu incelikli görüntüleme çabasının adeta bir sinema dersi çıkartılacak denli matematik bir örgüye dayandığını görüyoruz. Yine de hemen sürekli bel plan veya üstü çekimler mekan duygusunu biraz kısıtlıyor. Kamera genel plana pek açılmıyor ve biz Yozgat’ın ruhuna ancak sosyal dokunun ve ilişkilerin dolayımından varabiliyoruz. Görsel ve işitsel anlamda seyirciyi rencide etmeyecek şekilde temiz bir çizgi tutturulması da esere aldığı ödüllerle birlikte artı bir değer kazandırıyor.
Tipleriyle İstanbul’da tanıştığımız filmde bir müzik öğretmeninin sertifika dağıtımındaki, sonradan tüm bir hikayeye sinmiş olduğunu gördüğümüz kendi dünyasına kapalı çekingenliğine tanık oluyoruz. Bu ruh hali filmin bütününe yansıyacak ve tiplemeler hep kontrollü bir karakter çizeceklerdir. Müzisyenin disiplini ve belli ilkelere bağlılığındaki kararlılığı yine filmin tamamında neşet edecek, sanata ve estetik duyarlılığa, niteliğe dair olanın önemi ve ağırlılığı hep hissettirilecektir. Aslında bu yaklaşımın Türkiye sinemasında ana gövdeyi meydana getiren tüm yapımlarda ortaya çıkarılması düşünülse, pespayelik, müptezellik ya da kitsch denilen karşı çıktığımız tüm yaklaşımlar ortadan kalkacak, rahatsız olduğumuz kaba argo, küfür ve açık görüntüler yerini daha doğal, insanların gündelik hayatın cinsinden yaşadığı parametrelere ve normlara bırakacak. Dolayısıyla insan tavır ve davranışlarındaki soylu duruş, cıvıklaştırılmış hallerin önüne geçecek ve sinema diline ve kimlik problemine dair daha önemli konulara değiniyor olacağız.
***
Coşkun’un kamerası kadrajlarda çok titiz bir performans sergiliyor, netlik kazanması gereken figürler tam net olarak verilirken diğerleri flu kalıyor ve bu görüntünün ontik değeri bakımından semantik bir vurgu yapıyor. Aynı inceliği diyalogların kullanımında görüyoruz; pek duymamamız gereken konuşmalar geri planda kalıyor ve biz her iki yaklaşımda da zihinsel veya ruhsal bir kurguyla başbaşa kalıyoruz. Mamafih filmdeki o disiplin duygusu ve kontrollü yaklaşım biraz filmin temposunu düşürüyor, hakim olan hafif alacakaranlık bir hüzün filmin imgesel örgüsüne siniyor, bizi hafif karamsar bir mood’da tutmuyor değil. Film, karakterlerin tasviri ve yansıtılmasında nerdeyse oryantalistik bir çizgide olabilecekken buna fırsat vermiyor, toplumun gerçek dinamiklerinin temsilini samimiyetle ortaya koyuyor. Öte yandan, filmde ön planda olan müzik türünün arabesk-fantezi türüyle olan meydan okuma konumu bize Muhsin Bey’deki o görkemli karşıtlığı hatırlatıyor ve ilkeselliğin her konumda bir bedeli olacağını zihnimize nakşediyor.
Tabii bu evsafa sahip bir filmin bu tür filmlerin kaçınılmaz kaderi olarak çok az sayıda kopyayla çok az sinema salonunda seyirci karşısına çıkma imkanı bulması önemli bir handikap olarak sinema gündemindekini yerini koruyor. İnsan aslında yeryüzündeki tüm problemlerin menşeine vakıf ancak bazı güçler bu statükonun değişmesini arzulamıyor, çözümlerin farkında olunulmasına rağmen kalıcı adımlar atılamıyor ve insanlık mevcut problemler arasında debelenip duruyor.