Bu günkü sohbetimizde, ‘tatil günü çerezi’ kabilinden, değişik bir konuya değinelim.
Faruk Beşer hoca’nın 24.01.2020 tarihli makalesinde, felsefe vâdisinde dolaşmaya çalışan bir kalem erbâbının ismini vererek onun filozofik görüşlerini esas almıştı.
Doğrusu, yadırgadım.
Çünkü, inanç konuları ve inanmanın, iman’ın ne olduğunu ve olmadığını belirlemek, felsefenin de işi değildir, tecrübî ilimlerin de.. Felsefe ve tecrübî (veya pozitif) ilimler tarafından doğrulanan veriler, inanç konularıyla uyumlu olursa, bunun alınmasında bir beis yoktur. Ama, onlar farklı ve aykırı sonuçlara varıyor diye, inançlar terkedilemez. Esasen inanç konusunda zihinde bir şüphe hâsıl olduğunda, o artık ‘inanç/imân’ olmaktan çıkar.
İman veya inanç kör bir taassub da olabilir; bir karanlıktan çıkmak için bir ışık huzmesi de.. Taklid yoluyla değil, akıl ve mantık yoluyla, tahkik yoluyla ulaşılması, elbette ki inançlar için en tercih olanıdır.
***
İnsanlar arasında, çeşitli hayat telakkileri, görüşleri vardır ki; onlar hakkında tecrübî ilimler ve felsefe adına ne derse desin, o inançlara bağlı olanlar onu terketmezler, terkedemezler.
Nüfusu, 1,5 milyara yaklaşan Hindistan’da en azından 1 milyar insan, ‘tanrı’ olarak ineğe tapıyor. İçlerinde çok fikir adamları ve filozoflar da var, ama, onlar da o kafileden ayrılmıyorlar. Ve, en ateist insanlar bile ateistliklerini/ tanrı tanımazlıklarını tartışmıyorlar.
İki sene kadar önce ölen ünlü ingiliz uzayfizikçisi Stephan Hawking bir ateist idi ve onun mükevvenâtı,/ âlemleri yorumlamaya çalıştığı tasavvur dünyasında ‘tanrı’ya yer yoktu. Ama, son yıllarında kendi içinde bir şekke düşmüş ve ‘Benim bu görüşlerim, ‘tanrı’nın olmadığı mânâsına gelmez..’ demişti.
Bizde de, ünlü bir eski ‘Maarif Vekili’, bir şiirinde, ‘Bu türlü dinsizlik diyânetimdir benim..’ diyordu; ama, ölümüne yakın yıllarında, ‘Allah Bir’ diye bir kitab da yayınlamıştı.
Ölümü öncesinde Fir’avun’lardan birisinin de iman ettiği veya ‘tanrı inancına sarılmak ihtiyacında bulunduğu için’ iman etmiş olabileceğine dair, hattâ, ‘imanlı gitti’ gibi görüşler serdedilmiştir, ama, bu tür bir ‘iman’ onların hayatındayken ‘hiçbir iz yaramadığı için’, ona ‘Fir’avun imanı’ denilir.
***
50 yıl öncelerde Bosna’lı bir komşum vardı, Fâtih- Hırka-i Şerîf’te.. Doktor idi ve 2. Dünya Savaşı’nda Yugoslavya’da hastanelerde çalışmıştı. Sohbetlerimizde, en azgın ateist ve komünist büyük komutanların ağır yaralı olarak hastahaneye getirildiğinde, onbinlerce askere komut veren, onları gözünü kırpmadan ölüme gönderen o komutanlardan nicelerinin, çaresiz vaziyete düşünce; ’Ey Tanrı, eğer var isen, hayatta kalmam için bana bir şans daha tanı!.’ dediklerine, sığınacak bir yer aradıklarına şahid olduğunu anlatırdı.
***
Bu bakımdan, iman konularında insanların hele de genç nesillerin kafasında bir takım sualler varsa, bu gibi konularda, ‘inanan insanların bilgeleri ve bilginleri’nin konuşması lâzımdır; bu hususların felsefe veya tecrübî ilimler sahasında kendilerine göre bir takım mesafeler almış olanlardan değil.. Onlar da kendi aralarında, kendi vâdilerinde neyi tartışırsa tartışsın; iman kapısından içeri, tartışarak değil, kalbî teslimiyetle girilir. ‘Amentü..’ ‘iman ettim’ teslimiyetidir ki, o noktaya felsefe veya tecrübî ilimlerle varılmaz.
Yoksa, söz gelimi, ‘bir ‘tanrı’nın , bir Hâlıq’ın, yaratıcının mutlaka var olması gerektiği’ne dair inancınızı fikrî planda, bir felsefeciyle veya tecrübî ilim sahasındaki bir kimseyle tartışmayı nereye kadar götürebilirsiniz? Çünkü karşınızdakiler de sadece aklî- mantıkî yorumlamalarıyla kendi dünya görüşlerine deliller getireceklerdir. Kezâ, Âhiret hayatını filozoflarla tartışsanız o size ve siz ona neyi ispatlayabilirsiniz ki..
Evet, ‘iman’, tecrübî ilimler laboratuarına da, felsefecilerin sanı ve varsayımlar alanına da sığmayacak muazzam ve bambaşka bir âlemdir.
***
Tecrübî ilimler, adı üstünde bir ihtimali dener; netice alırsa, ilmî kabul eder, netice alamazsa, kenara koyar. İlmî/bilimsel kabul edilenlerin ömrü de bir başka deneme tarafından çürütülmesine kadardır. Ayrıca, bir kısım teori veya nazariyelerin de, ilmî/ bilimsel (!) kabul edildiği görülmüştür. Sözgelimi, Ch. Darwin’in ‘Tekâmül Nazariyesi’ni /teorisini kabul etmezseniz, karşınızdakiler de sizin ‘bilimsel düşünce sahibi’ olduğunuzu kabul etmez. Hem, o görüşe teori /varsayım derler, hem de ‘bilimsel’ derler. Yani, o kadar ‘güçlü’(?) bir mantığa dayanır iddiaları..
***
Felsefe ise, kâinatta olup biteni akıl-mantık ve duygu yoluyla anlamaya ve yorumlama çabasıdır. Nazariyeler /varsayımlar/ teoriler kurar; müşahade, temâşa ve tefekkür yoluyla bir yerlere varmaya çalışır. İnsanlık tarihi boyunca sayısız, onbinlerce yüzbinlerce filozoflar gelip geçmiştir ki, çoğunun adı-sanı bile unutulmuştur ve hattâ çoğu da, bir ömür verdikleri görüşlerine sonunda bir tekme de kendileri savurmuşlardır.
19. YY.’ın büyük filozoflarından August Comte gibi, pozitivizmin, materyalizmin ve ‘Hayatta en hakikî mürşidin , tecrübî ilimler olduğu’ görüşünün fikir babası olan bir isim bile, sonunda, felsefesinin devamlılık kazanabilmesi için, bir ‘iman’ halinde kabul edilmesi ve bir ‘mâbed’inin de bulunması kanaatine varmış ve ‘La Religion d’Humanité’ / ‘İnsaniyet dini’ diye bir din icâd etmeye kalkışmış ve hattâ o dininin ibadet şekillerini ve saatlerini bile belirlemişti. O ‘din’, kendisinden önce çöktü..
***
İnanç veya iman’a gelince.. Bu, inanılan konuların ve bütünüyle bir dünya görüşünün, kesin doğru olduğu anlayışı üzerine kurulur. İman etmek konusu, elbette akıl sahibi olmaları şartiyle, insanların kalbi tasdik ile bir görüşü, bir inanç umdesini, ilkesini kabullenmeleridir.
Çeşitli dinler vardır ki, onları tartışacak değiliz. Biz Müslümanlar, bütün âlemlerin Allah tarafından ve bir ‘âlem-i ezdâd’/zıdlar âlemi olarak ve her şeyin kendi zıddı ile kaim kılınarak halkedildiğine ve insanların taa ilk insandan itibaren ilişkilerinin Rahmanî ve Şeytanî güçler zıdlaşması üzerine, Haqq- Bâtıl mücadelesi üzerine kurulduğuna ve Allah’ın kulları için gönderdiği tek dinin İslâm olduğuna inanırız ve bütün ilâhî vahylerin ve bütün enbiyaullah’ın/ ilâhî peygamberlerin de insanlığı şeytanî aklın şerrinden uzak tutmak üzere vazifelendirildiğine inanırız, vesselâm..
***
Hâfız-i Şirâzî diyordu ki; 650 yıl öncelerde:
’Vucûd-i mâ muammâyist, Hâfız..
Ki, tahqîqeş fusûn est , o fesâne..’
‘ Bizim varlığımız bir muammâdır, ey Hâfız; Gerçeği ise, o efsâne, sırlı bir ‘büyü’den ibarettir.’