Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan dün Mardin’de yaptığı konuşmada, hem bölgedeki gelişmelerle hem de çözüm süreci ile ilgili olarak önemli ipuçları verdi. Öyle anlaşılıyor ki, hükümet çözüm sürecini, bundan sonra çok boyutlu olarak yürütecek.
Bu saatten sonra çözüm süreci dediğimiz dinamik, yalnız Türkiye içindeki Kürt siyasi hareketi ile hükümet arasındaki konjonktürel uzlaşma süreci değildir. Bundan sonra çözüm süreci, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nden başlayarak Türkiye sınırının ötesindeki bütün sıcak bölgeleri ve gelişmeleri kapsayacak çok boyutlu bir entegrasyon sürecidir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD gezisi dönüşünde yaptığı açıklamalardan da anlaşılıyor ki, Türkiye’nin savunduğu ‘güvenlikli bölge’ şimdiye kadar anladığımız ‘tampon bölge’ çerçevesini aşan, bütünlüklü yeni bir yapılanmayı anlatıyor. Burada her türlü altyapısı olan yeni şehirlerin kurulması, ilk önce yeni bir ekonominin sonra da çok boyutlu yeni bir siyasi entegrasyonun kapılarını açacaktır.
Kriz, 2008’de başlamadı
Biz tam şimdi, yaşadığımız küresel krizin miladını 2008 yılı olarak göstersek de, bu krizin gerçek anlamda iki başlangıç dönemeci vardır. Birincisi, yetmişli yılların başından itibaren gelişmiş ülkelerde düşen kâr oranları sürecidir.
Bu süreçte, azgelişmiş ülkelerde ABD’nin, soğuk savaş konjonktüründen de yararlanarak, içe kapalı -otarşik- ekonomileri desteklemesini ve buralarda askeri yönetimleri işbaşına getirecek ekonomik ve siyasi koşulları oluşturmasını izledik. Bu süreç, bugün Ortadoğu’da karşımıza çıkan sıcak çatışma dinamiklerini oluşturmuştur. Aile, aşiret, kabile diktalarına dayanan Baas oligarşileri ABD güdümünde Ortadoğu’yu bir esaret ve yoksulluk cehennemine dönüştürmüştür. İsrail’in işgal ve terörü de bu dönemden sonra giderek artan bir trend izleyerek bu süreci desteklemiştir. Türkiye’de de Kürt sorunu, yoksulluk dışında bölgede amansız bir devlet baskısıyla doruğa çıkartılmıştır.
Yetmişli yılların başından doksanlı yıllara kadar olan süreç, gelişmiş dünyada düşen kâr oranları ve öncü sektörlerin kriz işaretleri ile belirginleşirken, Batı, bunu telafi etmek için seksenli yıllara -ABD ve İngiltere’den başlayarak- neoliberal politikalarla girdi. Batı’da özelleştirme uygulamaları, geniş özel sektör teşvikleri (arz yönlü ekonomi) ve düşen kamu yatırımları ile devreye giren bu süreç, dünyanın doğusuna darbeler, iç savaşlar ve bunların sonucunda müthiş bir yoksulluk olarak yansıdı.
Batı’nın yüzünde patlayan balonlar
Doksanlı yılların başında gelişmiş ekonomiler, yalnız neoliberal ‘kemer sıkma’ politikaları ile sürekli düşen kâr oranlarını telafi edemeyeceklerini ve krizin önüne böyle geçilemeyeceğini anladılar. İlk önce ABD’den başlamak üzere finansallaşma devreye girdi. Finansallaşmanın ilk fiskesi, Ortadoğu’nun petrol gelirleri, (petro-dolarlar) gelişmekte olan ülkelerden aktarılan milyarlarca dolar faiz gelirleri, Afrika gibi ülkelerdeki soygun ve yağma olmuştur.
Bu birikim, Lehmanların, Goldman Sachların, Enronların elinde bütün dünyayı saran trilyon dolarlık saadet zincirlerine dönüştü. Bu dönemde iki şey önemliydi; birincisi finansal istikrar, ikincisi siyasi istikrar... Enflasyon, bu dönemde en büyük ekonomik düşman ilan edildi. İşşizlik, yoksulluk önemli değildi, enflasyon ‘mütedil’ olsun tamamdı. Siyasi istikrar da, gelişmekte olan ülkelerde, var olan yoksullukla sağlanamayınca bunun da çaresi baskıcı, vesayet sistemi -darbe, Filipin tipi demokrasi sarkacı- oldu. Yani siyasi istikrar ama demokrasi ile değil, diktatörlükle... Finansal istikar ama üretimle değil, finansal yağma ile...
Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı, ölçüsüz finansallaşma doksanlı yılların ortalarından itibaren gelişmekte olan ülkelerde finansal krizlere yol açtı.
Bu ülkelerin bazıları bu krizlerden önemli dersler çıkardılar ve kendilerine yeni bir yol çizdiler. Örneğin G.Kore... Yine doksanlı yıllların sonunda, baskıcı ulus-devlet zulmüne yeter diyen ayrılıkçı ve muhalif hareketler çok geniş bir halk desteği buldu ve tam bu yıllarda -zorunlu- barış süreçleri başladı.
Barış süreçleri
Doksanlı yılların sonunda başlayan barış süreçleri, aynı zamanda, ulus-devletleri demokratik kamusal yapılar olarak dönüştüren çok önemli bir dinamik olarak karşımıza çıktı.
Bütün bu süreçte İrlanda’dan başlayarak, Güney Afrika ve Latin Amerika’ya gidin, göreceğiniz özet tablo şudur; etnik ayrımcılık ve buna bağlı sınıfsal baskı üzerinden kendini var eden bütün hakim ulus-devlet modelleri, dönüşmüş ya da dönüşme yolundadır. Bu kısa zamanda dünyada yüzü aşkın barış süreci olmuştur ve hepsinde baskıcı ulusalcı ideoloji yerle bir edilmiştir.
İran’ın Ruhani ile gelen dışa açılma hamlesi, Çin’in demokratik adımları Türkiye’de AK Parti’nin ‘çözüm süreci’ bu zaman diliminin ürünleridir.
Bütün bu süreçte, Türkiye gibi ülkelerin tarihsel güçlerini ortaya koymaya başlamaları ve bu yönde siyasi irade tesis etme doğrultusunda yeni siyasi dönüşümlerinin bu ülkelerde ortaya çıkmaya başlaması, Batı’nın tarihsel gücünün (ekonomik, siyasi ve askeri) hiçbir zaman Doğu’nun gerisine düşmeyeceği tezini, artık bir ideoloji hatta saplantılı bir ideoloji yapmıştır.
Evet, bu tarihi bir süreçtir ve olması gereken yere gidiyor: Barış süreçleri yeni demokratik bölgesel entegrasyonlara dönüşecek. Türkiye gibi ülkeler burada kurucu bir rol üstlenecek. İki yüzyıldan fazla bir zamana, ekonomik ve siyasi olarak, damgasını vuran ve 20. yüzyılı bir insanlık dramına çeviren ulus-devletler hegemonyası ve hiyerarşisi içinde bulunduğumuz yüzyılda bitiyor.
Barış kalıcı, savaş geçici
1648’de imzalanan Westphalia Barışı’nı belki burada başlangıç noktası olarak kabul edebiliriz. Bu anlaşma, ulus-devletler hukuku ve ilkelerini (kendi kaderini belirleme hakkı, içişlerine karışmama ve egemenlik hakkı) belirlemiştir. Ama Wesphalia Anlaşması ve eşitliği Batı için geçerlidir. Doğu halkları hiçbir zaman, en önemli hak olan kendi kaderini belirmeme hakkı dahil olmak üzere, bütün bir 20. yüzyıl boyunca Westphalia’nın yanına bile yaklaşamamışlardır.
Şimdi bütün mazlum halklar bu haksızlığa karşı çıkıyor. Dikkat ediyorsanız barış süreçleri, aynı zamanda, kıyıcı savaşları da içeriyor. Çünkü 1648’den beri kan ve zulümle örülen bu düzenin egemenleri bulundukları mevzileri kolay terketmeyecekler. İnanın bu coğrafyadaki tüm halkların gördükleri son şiddet, zulüm ve baskıdır bu...