Sosyal medyada Mustafa İslamoğlu hesabı üzerinden dolaşan ifade şöyle: “İmam Hatip ve İlahiyat müfredatı değiştirilmedikçe bu memlekette geleceğin ışidçileri yetişmeye devam edecektir.” Bu cümleyi okuduğumda ilk tepkim Mustafa Bey’in böylesine genelleştirici, indirgemeci bir ifadeyi kullanmayacağına dairdi. Tepkiler üzerine daha sonra yaptığı açıklamada müfredata işaret ettim diyor, “din kisveli terörün zihniyeti çözülmedikçe, daha çok DEAŞ’lar çıkar. Bu örgüt nasıl taban buluyor, sorgulamayacak mıyız” diyor...
İmam hatipli de İlahiyatlı da değilim. Ama tüm dünyayı kana bulayan vahşeti ve döktüğü kanla gündem tutan bir terör şebekesiyle İmam Hatip ve İlahiyatın aynı cümlede kullanılması bile beynimi sızlatıyor. Mustafa İslamoğlu Bey, sadece dini cephesiyle değil edebi gücü ve geniş kelime hazinesiyle de yıllardır tanınan, bilinen, kitlelerce takip edilen bir kalem. Böylesi bir handikapa nasıl düşülür, İmam Hatip, İlahiyat ve DEAŞ ile düşünsel kökende bir anlam bağı kurulur, anlayamıyorum...
Müfredatlar konusunda, yani eksilikleri,durağanlıkları, çağın meselelerine uygun dile taşınmaları konusunda hemen hepimizin kaygıları var.Bir kısmımız veli olarak, bir kısmımız talebe olarak, sivil toplum, akademi, medya olarak, liselerimizin ve üniversitelerimizin müfredatı hakkında pek çok eleştiri, talep ve yeni düzenleme isteklerimiz var. Ama bu eksiklikten yola çıkarak, kestirmeden, kısa devreden, bir eğitim camiasını, uluslararası bir terör örgütüne bağlamak gerçekten vicdanlarımızı kanatıyor...
Bu örgüt nasıl taban buluyordiye sormuş Mustafa Hoca. Örgütü besleyen Körfez sermayesinin yanı sıra, Rusya, Fransa, Almanya, Belçika, Avustralya, Hollanda, ABD, Danimarka, İspanya, İsveç, Ukrayna, Norveç, Finlandiya, Kanada gibi İmam Hatip ve İlahiyatı olmayan batılı ülkelerden militan aktardığını da hatırlayalım... 2004’ten beri adı anılmaya başlamış, 5/15 bin arasında militanı olduğu söyleniyor. Her ne hikmetse Suriye’deki rejimle bir derdi yok. Ama kullanışlı bir maymuncuk gibi, Uluslararası silahlı güce, Suriye’deki katil rejime, eli kanlı PYD ve PKK’ya, vahşi Şii milislere yol ve kapı açıp duruyor. Müslümanları feci şekilde katlediyor. Türkiye’de masumları katlediyor. Ve bunca kirli operasyonuna, satılık vekaletine rağmen hala “Ehli Sünnet” hareket olarak sayılabiliyor... Yazıklar olsun!
***
Şehadetinin 50. yılında Seyyid Kutub’u rahmetle anıyoruz. Ümran Dergisi, Aralık sayısında, şehit mütefekkir Kutub ile ilgili anıt sayı çıkartmıştı.
Osmanlı’nın dağılmasından sonra eski eyaletlerde kurulan kukla ve dikta rejimlerin yol açtığı ağır bunalım, yerli sömürge valileriyle kurulan yeni kolonyal sistem ve dayatılan kapitalizmin yol açtığı derin adaletsizlikler üzerinden okunması gereken bir Batı eleştirisi ve Tevhid çağrısı aslında Seyyid Kutub. Bir dikkat çığlığı. Bir diriliş, doğruluş avazı. Onu hayat sürdüğü 1906/1966 sosyolojisinden ayrı da okumamalıyız.
Hayatının 10 yılı hapishanede geçmiştir. Büyük tefsiri Fi Zilal, bir mektep gibi hepimizin yetişirken gittiği bir okul, sığındığı bir gölgeliktir... Dr. Kutub, Hasan el Benna’nın Müslüman Kardeşler hareketinden yetişmiştir. Bizdeki Risale-i Nur geleneğinin iman hakikatlerini önceleyen diline yakın teklifleriyle dikkat çeker Benna ve İhvan metodu.
Kutub ve şiddet eylemcisi terörizmi, aynı cümlede sarf eden Batılı nazar, bunu bilinçli olarak ikame ediyor. Zira Kutub, sadece İslami hayata diriliş önerisi getirmedi. Batılı kapitalizme ve emperyalizme çok önemli ve belki de ilk ciddi eleştirileri getiren düşünürdü. Antikapital ve antiemperyal tavrıyla, hem ülkesindeki yerli sömürgecilerin, hem dışardaki İslam karşıtı üst aklın hedefi oldu ve feci dramatik içeriğiyle bir zamanlar yakın ev arkadaşı olan Abdunnasır zihniyetinin asarak şehit ettiği bir mütefekkirdi...
***
İmam Hatip ve İlahiyatların yaslandığı düşünce, terör de üretmez şiddet de. Son yüzyılını düşündüğümüzde ülkemizdeki dini eğitim; dini düşünce ve terbiyeyi imal ve tahkimin yanı sıra belki daha ziyade, devlet nazarında kontrol edebilir bir yapı olmasına hizmet için techiz edilmiştir. Bunu küçümsemek adına dillendirmiyorum. İslamoğlu’nun ifadesinin tam zıddı bir durumla karşı karşıyayız...
Devlet fikriyatını ve kurumlaşmasını sağlamak adına, dine ve orduya güveni esas alan uzun bir geleneğin üzerindeyiz. Ve bunda, maceracılığa, aşırıcılığa, asla izin vermeyen, orta yolcu bir seyir hakim... Bugün 100 yıl evvelki Osmanlı parçalanmasından sonra, halen elimizde bir devlet kalabilmişse, bunu dini ve askeri teşkilat yapımıza bakarak cevaplamamız daha uygundur. Buralardan terör çıkmaz, beka geleneği çıkar...