Gençlerbirliği’nin golü, yaklaşık olarak ilk yarım saatin sonunda geldiğinde; inanın maç daha başlamamıştı... Süre çalışıyordu ama, maç oynanmıyordu. İki taraf da, mental ve fizik olarak oyunda değildi. Takımlar “Bir maç en çok ne kadar sıkıcı olabilir” merakını giderebilmek için, test uyguluyordu sanki... Bırakın iyi oynamayı, pozisyon üretmeyi, sanki nefes bile almaya üşeniyorlardı. Durum o kadar kötüydü.
Bu sıkıcı havayı, G.Birliği kalecisi Johannes Hopf dağıttı... Bir pozisyon sonrası yakaladığı topu, hiç vakit kaybetmeden Rantie’ye uzattığında; bu futbolcu kaptığı gibi akmaya başladı. Metrem yok ölçmedim ama; en az 70 metre top sürdü, tehlikeli noktada etrafını çeviren 3 kişiyi çalımladı, (Kaleci ve kendisinden başka) top kimseye değmeden ağlarla buluştu. Düşünün bir gol atılıyor ki, asisti kaleci yapıyor. Atanların becerisi, yiyenlerin fi yaskosu... Bu takım bir de şampiyonluğa gidiyor. Şaka gibi...
***
Golle beraber, oyunun uyuşuk temposu son buldu. Maç elbette fırtınaya dönüşmedi ama; en azından seyredeni esnetmekten bir nebze uzaklaştı. Başakşehir can havliyle yüklense de, ikinci gole yaklaşma fırsatları, gene G.Birliği’nden geldi. Ev sahibi takım, şampiyonluk ihtimali içinde var olduğunu tam anlamıyla çözememiş gibi bir tavır içindeydi. Ya da olabileceğine pek ihtimal vermiyor gibiydiler. Çünkü hırsları/inatları/mücadeleleri yoktu. Olursa olur, olmazsa canım sağolsun kıvamındaydılar. Aradaki 7 puan farkın; bir anda ikiye düşmüş olmasından kaynaklanacak, süper itici güç varlığından yoksundular.
***
Devre arasında birileri, Başakşehirlilerin kulaklarına kar suyu kaçırmış olmalı... İkinci yarıya çıktıklarında, ciddi anlamda uyarı/nasihat/sinyal almış olduklarının ipuçlarını veren bir canlılık gösterdiler. Goller arka arkaya geldi.
İlla birileri, birilerini sopayla dürtmesi mi gerekiyor. Maçın başından itibaren sorumluluk yüklenmek, neden o kadar zordur. Herhangi bir mücadele değil ki, artık kader maçları oynuyorsunuz. İşi baştan sıkı tutun.