23 Ocak 2013, siyasi tarihimizdeki “ilk darbe” olarak kayıtlara geçen “Bab-ı Ali Baskını”nın yüzüncü yıldönümü.
Bir ülkeninkendi ordusu tarafından işgali anlamına gelen “darbe geleneği”nin miladı…
Yüz yıl önce asker ve sivil İttihatçılar, Bab-ı Ali’yi, yani Hükümeti basarak bir bakanıöldürdüler, başbakanı silah zoruyla istifa ettirdiler ve ülkenin kaderine el koydular.
Sonrasını biliyorsunuz.
Bir ailenin yıllarca biriktirdiği serveti bir gecede elden çıkaran hayırsız evlat gibi, gayri meşru biçimde yönetimine el koydukları ülkeyi katliamın, kırımın, zorbalığın ve son olarak da devasa bir savaşın içine çekip, her şeyi mahvedip gittiler.
Üstelik arkalarında sadece yangın yerine dönmüş bir ülke değil, iğrenç bir “gelenek” de bırakarak…
**
Aslında NTV Tarih’in Ocak sayısında Ahmet Kuyaş’ın da belirttiği gibi, bu olay yakın tarihteki ilk darbe değil; “Sultan Abdülaziz’in 30 Mayıs 1876’da tahttan indirilmesi de bir darbeydi.”
Dahası, eğer “darbe” değil de “müdahale” diyecek olursak, bu tarihi çok daha eskilere götürmek, Yeniçerilerin kazan kaldırıp “kelle” istedikleri, boyun vurdurttukları, padişahlara veya onlar üzerinden siyasete “ayar verdikleri” tarihlere kadar izlemek mümkün.
Türkiye Cumhuriyeti’yle de devam etti bu gelenek.
Bütün çeşitliliğiyle toplumun temsilcilerini bünyesinde barındıran İlk Meclis tasfiye edildi ve yerine bugün içinden çıkmaya çalıştığımız “vesayet rejimi” tesis edildi. 1960’dan sonra ise bu vesayet kurumsallaştırıldı ve “düzenli aralıklarla” darbeler dönemi başladı.
Her askeri müdahale, toplumsal yapıyı biraz daha bozdu, etnik, dini ve mezhebi düşmanlıklar oluşturdu, yoksullaştırdı ve bizleri insan onurunu ezen bir düzende yaşamaya mahkum etti.
**
Gelin,Bab-ı Ali Baskını’nın yüzüncü yılında bugün bir muhasebe yapalım.
Önce iyi olana bakalım.
Türkiye toplumu ilk kez 2007’de kendisine hakaret eden bürokratlarına karşı durmayı başardı; ilk kez bir sivil hükümet, bir muhtırayı reddetme cesaretini gösterdi ve darbeleri yargılamaya başladı.
Bütün bunlar normalleşme adına bu ülkenin tarihinde bir “ilk”i oluşturuyor ve demokratik bir hukuk devletine ulaşma ümidini ifade ediyor.
Ama madalyonun öbür yüzü de var.
İlk kez bir muhtırayı püskürtme başarısı gösteren Ak Parti Hükümeti, bu kazanımları kurumsal güvencelere kavuşturmak, orduyu demokratik hukuk devletlerindeki örnekleri doğrultusunda reforme etmek için kayda değer bir adım atmıyor.
Oysa bunun kuvvet komutanlıklarının yapısından askeri okullarda verilen eğitime, ordunun askerlikle bağdaşmayan ekonomik ve ticari faaliyetlerinden hesaplarının denetlenmesine, onun içindeki hukuk dışı oluşumların bütün unsurlarıyla ortaya çıkarılıp tasfiye edilmesine kadar pek çok boyutu var.
Öte yandan, “eski rejim” henüz “ilk günah”ı yeniden işleme arzusundan da vazgeçmiş değil. Sivilleşme istemiyor. Ayrıcalıklı zümrenin işadamları örgütünde hala bu amaçla siyaseti dizayn için çalışanlar var, onun medyası Ergenekon ve Balyoz Davalarını itibarsızlaştırmak için uğraşıyor ve onun partisi de darbe sanıklarına kol kanat germeye çalışıyor.
**
Yüz yıl sonra bugün, karabasanlarla dolu uzun bir kâbustan uyanmak ilk kez ulaşılabilir bir hedefi ifade ediyor.
Ama bu kötülük sayfası henüz kapanmış değil.
Geçtiğimiz hafta sonu, “Balyoz Darbe Planı”nın ortaya çıkmasının üçüncü yılında, İstanbul’da, Darbelere ve Muhtıralara Karşı Yetmiş Milyon Adım Koalisyonu’nun gösterisinde verilmeye çalışılan mesajlardan biri de buydu.
Bu uyarıya kulak verilmeli.
Bu kabusun bir daha yaşanmaması için…