Şeker Bayramınız kutlu olsun!
Biliyorum, son yıllarda ortaya bir de “Şeker Bayramı mı yoksa Ramazan Bayramı mı?” tartışması çıkdı ve böylece çorak (!) hır-gür iklîmimize yeni ve münbit bir “muhârebe alanı” daha eklendi. Onun için şimdi bunu beğenmeyenlere de iki çift lafım var:
“Peki peki, Ramazan Bayramı da kutlu olsun!”
İnşallah en geç 2050 Yılı’na kadar bu problemi hallederiz de ondan sonra zeytinyağlı kerevizin üzerine soğuk su içmek tokanır mu tokanmaz mı konusunu şöyle enine boyuna münâkaşa etme fırsatına nihâyet sıra gelir.
Ben asıl söyleyeceklerimi o tartışmaya saklıyorum.
Bütün bildiklerimi ifşâ ederek herkese ağzının payını vereceğim!
Görsünler bakalım “Maskeler aşağı!” nasıl denirmiş!
Öte yandan bayram olmakla dünyâ târihi tâtile girmiyor.
Hâdisât bütün sür’atiyle devâm ederken bizim burada oturup, efendim, eski bayramların tadını gençler bilmez...filân şeklinde zevzeklik etmemiz pek yerinde olmaz.
Bir kere eski bayramların tadı ne demek?
İlk günü hayırlısıyla atlatsak da bir an evvel kapağı Beyoğlu’na atıp sinemaya gitsek ve arkasından iki “arjantin” çekip kafayı bulsak diye can atardık.
Ben “Süleymâniye’de Bayram Sabâhı”nın hazzına ancak yaşım otuza yaklaşırken buz gibi bir kış gecesi Almanya’daki kasvetli bir odada tâbir tek başıma çile doldururken varabildim!
Renée saat dokuza doğru Bonn’a varabileceğini söylemişdi ama vakit geceyarısına yaklaşdığı halde hâlâ ortalıkda yokdu.
“İşte bu karı milleti böyledir!” diye söylenmekden hâlî kalmıyordum ama içimi bir kurt kemirmeğe de başlamışdı. Ertesi gün anlaşıldı ki meğer daha Belçika sınırına varamadan kara saplanmış. Tabii o sıralar henüz cep telefonu hayallerimizi dahî süslemiyor!
Birine haber gönderecek olsak sigara paketinin arkasına yazıp etrafdaki veledlerden biriyle o şahsa gönderiyor, acele bir meseleyse bekleyip cevâbını da almasını tenbîh ediyorduk. Bir kazâ olmaması içinse giderken bir beş Marklık banknotu ortasından yırtıp çocuğun eline tutuşturuyor, öbür yarısını dönüşde veriyorduk.
Gençliğimiz çok zor şartlar altında geçdi. Anlatsam şaşarsınız...
Onun için bayramı bayram edelim de ahvâl-i âleme bir göz atalım:
Muhtemelen Paris Hali’ndeki sebze fiyatlarının yüksekliğinden bahsederlerken uzun süre sessizce bir iskemleye büzülmüş oturan Honoré ansızın masaya bir yumruk atarak patlamış:
“Gerçeğe dönelim, Messieurs, Eugénie Grandet kiminle evlenecek?”
Hangi Honoré, diyecek olursanız, Honoré de Balzac (1799-1850) adındaki zıpır tabii! Başka hangi Honoré olacak?
Bu anekdotu nakletmekden kasdım “gerçek” dediğimiz şeyin ne kadar izâfî ve nisbî olduğuna dikkati çekmek.
Bu güzel bayram sabahı böyle hikmetli satırlar makbûle geçer diye düşündüm. Beğenmediyseniz bu bölümü atlayabilirsiniz...
Ahvâl-i âleme dönecek olursak, Sûriye parçalanacak!
Sûriye’nin parçalanması, daha önce Irak’ın parçalanması gibi Washington’un ince bir planı mı yoksa orada bambaşka planlar yapıldı da sonra işler kontrolden mi çıkdı bilmiyorum. Orasını en ince teferruatına kadar bilen ve dakıykası dakıykasına bizlere aktaran acar arkadaşlarımız fazlasıyla mevcud!
Elinizi sallasanız ellisi!
Onun için ben işin o yanını onlara bırakarak sâdece “görünen köy”den bahsedeceğim:
Irak parçalamdı, Sûriye parçalanıyor!
Bu işlem bitince heriki ülkenin de en kuzey kesimleri ancak tek bir adrese yönelebilir ki oranın adı da Türkiye’dir.
Devletler hukûkunda buna “ilhak” (zorla kendine katma) değil “iltihak” (gönül rızâsıyla bir ülkeye katılma) denilir. Bunun belli başlı şartlarından biri (BİRİ!) o bölgeyi bundan alakoyacak “meşrû” bir otoritenin bulunmamasıdır ki hem Irak ve hem de Sûriye kesiminde olan tam da budur.
Zâten her iki bölge de “Mîsâk-ı Millî” sınırları içinde yer almışdır.
Ben şimdiden haber vereyim de sonra bâzı “Beyaz Türkler”in ödü patlamasın!
MERAKLISINA NOT: Eugénie Grandet maalesef mutsuz bir izdivacdan sonra dul kalmışdır.
Zavallı Eugénie!