Amerika Birleşik Devletleri, şeklen bir ‘demokrasi’ ama ruhen bir imparatorluktur. ‘Yeni Roma’dır. Ve onun gibi ‘sertliği kabuğunda’dır. Ordusu ‘sınırın/okyanusun ötesine’ bakar, içine değil. En önemli temel gücü, etnik ve kültürel çok parçalı yapıyı ‘birlik’te tutmaktan gelir. Bu gücü, farklı toplumlardan gelmeye devam eden azimli insanların göçleri ve küresel ittifaklar pekiştirir.
ABD’nin ‘kurucu ataları’, dünyanın dört bir yanından gelen göçmenlerin ‘yeni bir hayat’ umudu ile köleleştirilen Afrikalılar’ın ‘özgürlük’ hayalini birleştirdi. Bu ‘birlik’, tarihteki güçlü sistemlerden sentezlenen bir ‘demokrasi’ olarak, ancak aynı zamanda güç/liderlik duygularını da tatmin edecek şekilde yapılandırıldı. Dinamizmini ve kendini yenileme yeteneğini ‘farklılıkların mücadelesinden’, gücünü de ‘onların bir arada yaşatılması’ndan alan bir sistem geliştirildi.
Bugün ABD sisteminin kuruluş hedefleriyle örtüşüp örtüşmediği, dünyaya neler kattığı, nelere mal olduğu, Roma’nın hangi devrini yaşadığı tartışılır. Ancak bu projenin son iki yüz yıla damgasını vurduğu, o ‘birlik’ ruhunun hala siyasetin ‘değiştirilmesi teklif dahi edilemez’ kuralı olarak korunduğu gerçeği tartışılmaz.
Bu kural hala işliyor. İkinci dönem başkanlığa seçilen Barack Hussein Obama’nın, zafer konuşmasında kendisine oy vermeyenlere, “Sizin oyunuzu almamışsam da sizleri dinledim. Beni daha iyi bir başkan kıldınız. Önümüzdeki haftalarda rakibim Romney’le bir araya gelip ülkenin geleceğiyle ilgili görüşlerimizi paylaşacağız” sözlerini hatırlatalım.
Rakibi Mitt Romney’in, “Böyle bir dönemde artık partizanlık yolunda gidilemez. Bir arada çalışmamız lazım. Başkan’a ve bu büyük ulusa başarılar diliyorum. Amerika başka bir lider seçti. Şimdi onun başarılı olması için dua edeceğiz” cevabını da.
ABD’nin kurucuları, ülkeyi kimin yöneteceğini tartışmak yerine, zamana yenilmeyecek bir yönetim sistemi projelendirdiler. Bu sistem bugün ‘herşeye rağmen’ ülkeyi bir arada tutuyor ve en güçlü küresel aktör olmasını sağlıyor. O yüzden, tüm arızalarına, istismar noktalarına, sağladığı gücün sık sık adaletsiz ve orantısız kullanılmasına rağmen Amerikalılar ‘sistemi’ değil, ‘birliğin korunması’nı tartışıyorlar. Çünkü sistemin ölüsünün bile ülkelerini geleceğe taşıyacağını düşünüyorlar. Asıl tehdit, reaktörün çekirdeğini oluşturan ‘birliğin bozulması’dır onlar için.
ABD sistemi, -yine her şeye rağmen- dünya için de hala en başarılı birlik. Sovyetler Birliği öldü, Avrupa Birliği genetik hastalıklar yüzünden yatakta. 20. yüzyılın başında ‘kaba gücün’ şekillendirdiği sistemler değişiyor. Dünya, küresel ve bölgesel ölçeklerde yeni dengelere doğru gidiyor.
Türkiye’nin bu süreçte yeniden ‘etkin ülke’ olma fırsatıyla karşı karşıya. Bu fırsatı kullanabilmenin ön şartı ise ulusal birliğini yeniden tanımlamak ve ‘dönemin şartlarına’ göre yapılandırdığı sistemi, Orta Asya, Selçuklu ve Osmanlı gibi ABD sistemine kaynaklık eden deneyimlerin gerçek mirasçısı olarak ‘zamana yenilmeyecek’ bir sisteme dönüştürmek.
Tarih kayıtları, sadece ‘düşmana karşı tek vücut’ olmanın, düşman ortadan kalktığında dağılmayla sonuçlandığını yazıyor. 2071’in dünyasında kendine küresel bir yer planlayan Türkiye, kimler tarafından yönetileceğini değil, nasıl yönetileceğini belirlemek zorunda.
Bugünkü ‘başkanlık sistemi’ tartışması, salt ‘ABD taklidi’ olarak düşünülmemeli. Çünkü ABD deneyimi, nihai bir sistem değil. Türkiye’nin cevabını aradığı soru, “Bugünkü sistem beni bir sonraki yüzyıla taşır mı taşımaz mı” değil, “Bir sonraki yüzyıla nasıl bir ülke olarak girmem gerekiyor/girmek istiyorum”dur.
İlelebet payidar kalmanın başka yolu olmayabilir...